Brexit ve ABD başkanlık yarışı boyunca “post-truth“ kavramı dünyada popülerleşti. Türkiye’de ise, zaten uzun süredir hakikat sonrası bir siyaset söz konusu.
Son dönemde Brexit kampanyası ve ABD başkanlık yarışı boyunca pek çok siyasetçi ve medya kuruluşu, hakikatin değerini düşürüp duygulara hitap eden siyasi söylemleriyle “post-truth“ kavramını tekrardan popülerleştirdiler.
Türkiye’deki popülist iktidar ise, zaten uzun süredir hakikat sonrası bir siyaseti sürdürüyor. Normal şartlarda, yolsuzluğu ayyuka çıkmış, uluslararası alanda yalnızlaşmış ve hem ekonomisi hem de insan hakları sicili alarm zilleri çalan bir hükümetin ilk seçimde iktidardan düşmesi beklenir; ama maalesef şartlar normal değil.
Türkiye siyasi tarihi, skandallara ve krizlere yabancı değil. Öyle ki, genel seçimler çoğunlukla erken yapılır, iktidar sadece muhalefet partilerince değil, bazen askeri yönetimlerce de ele geçirilirdi. Fakat er ya da geç, halk sandıkta sözünü söyler, en çok da cebine dokunanı alaşağı ederdi. Son yıllardaysa, skandallar ve krizler büyürken hükümetler değişmedi.
Erdoğan’ın Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak bilfiil liderliğini yaptığı parti hâlâ birinci. Fakat AKP’nin liderliği, seçmen davranışıyla açıklanamayacak kadar yapısal. Hakikati yayacak ve özgür basının ve sonuçlarını uygulayacak bağımsız yargının yokluğunda, bir ülkenin demokrasiden diktatörlüğe evrilişini izliyoruz.
2008 yılında ana akım basının en büyük medya kuruluşu, iflasının ardından devlet ihalesiyle Çalık Grubu’na verildi. Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın CEO’su olduğu Çalık Holding, bu satışın yüzde 70’ini kamu bankalarından aldığı kredilerle finanse etti. Bu doğrudan müdahale ile Erdoğan’ın tek parti iktidarı medyada da tek sesliliği garantilemiş oldu. Medya sahipleri hükümet eleştirisini kıstıkça, enerji ve inşaat gibi büyük kamu ihaleleriyle ödüllendirildiler.
İktidarın beğenmediği haberleri yazan muhabirler, politikaları eleştiren köşe yazarları ve patronlara itiraz eden yayın yönetmenleri birer birer kovuldular. Bu yüzden Türkiye’de iktidara yakın medyaya “havuz medyası“ denir.
Peki devlet ihalesi karşılığında örtülecek ne vardı?
2013 sonunda bir grup savcı, hükümete yakın iş adamlarının ve bakanların içinde olduğu bir yolsuzluk ağını ortaya çıkardı. Gözaltına alınanların evlerinden çıkan kayıt dışı milyonlarca dolar paraya rağmen Başbakan Erdoğan yargıya müdahale etti, zamanında özel yetkilerle donatılıp muhalifleri tutuklayan savcılar görevden alındı.
Hükümet yanlısı medya, yolsuzluk iddialarını bırakıp savcıların Gülen Cemaati ile bağlantılarını haber yapmayı seçti. Soruşturma kapsamında kaydedilen telefon konuşmaları 2014 Şubat’ında YouTube üzerinden sızdırıldığında, yasal yol çoktan tıkanmıştı.
Yine de Mart’taki yerel seçimler öncesi YouTube ve Twitter iki hafta boyunca erişime engellendi. Böylelikle AKP yerel seçimleri kazandığında, sadece belediye başkanlıklarını kazanmakla kalmadı, yolsuzluğun yasal ve siyasal sonuçlarını engelleyebileceğini de göstermiş oldu. Bu zafer, aynı yıl ilk kez halk oyuyla yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı ülkenin mutlak lideri haline getirdi.
Artık ana akım medya, en önemli memleket sorunlarında bile hükümetten hesap soramıyor. Erdoğan Esad’ı devirmek istediğinde ve Rus uçağı Suriye sınırında düşürüldüğünde savaş çığırtkanlığı yapmış olan havuz medyası, Rusya’dan özür dileyip Esad’ın liderliğini tanıyan Ankara’yı, barışın mimarı olarak yansıtıyor. Kürt azınlıkla 2015’te varılan mutabakatı toplumsal barış için en büyük adım olarak tanıtan hükümet kalemleriyse bugün askeri operasyonları destekliyor, Kürt muhalefet partisi HDP’nin terör örgütü olduğunu iddia ediyor.
Son bir buçuk yılda gerçekleşen 35 terör saldırısında ölen sivillerin sayısı 400’ü geçti, Güneydoğu’da yapılan “terörle mücadele“ operasyonları sırasında ise 300’den fazla sivil öldü, şehirler yıkıldı, 350 bin kişi yerinden edildi. Fakat güvenlik ve istihbarat ihmalleri tek bir bakanı veya bürokratı dahi koltuğundan edemedi, çünkü havuz medyasına göre saldırıları CIA düzenliyor, halkın çoğunluğu da terör saldırılarından ABD’yi sorumlu tutuyor.
15 Temmuz darbe girişimi ise hükümetin eline yeni baskı araçları sunmuş oldu. İlan edilen olağanüstü hâl, en çok sivil toplumu ve bağımsız medyayı etkiledi. Darbe sonrası dönemde 178 medya kuruluşu ve 1425 dernek kapatıldı. Şimdiye kadar 145 gazeteci hapse girdi, 60 gazeteci hakkındaysa yakalama kararı var. Her bombalı saldırıdan sonra yayın yasakları ve sosyal medya sansürü uygulanıyor. Türkiye’de artık ne soru sormak mümkün ne de protesto etmek.
Tüm bu baskı altında gelinen nokta oldukça karanlık: Geçtiğimiz hafta, Erdoğan’a süper başkanlık yetkileri verecek yeni Anayasa görüşülürken, HDP’nin eş başkanları dahil, 11 milletvekili hapiste. Başkent Ankara’da bir aylık protesto yasağı ilan edildi ve kamu yayıncısı TRT dahil hiçbir televizyon kanalı meclisteki tartışmaları dahi canlı yayımlamıyor. Bunun yerine, yeni anayasanın terörden ekonomik krize ülkenin tüm sorunlarını çözeceği fikri işleniyor.
Hakikatin siyasi tartışmalardan silinmesi söylemden ibaret değil, bu bir yönetim şekli. Hakikat sonrası Türkiye’nin yönetim şekli.