„Irkçı Alman partisi AfD ve Erdoğan arasında bir fark yok“ diyen HDP milletvekili Mithat Sancar ile referandumu ve diplomatik krizleri konuştuk.
HDP Mardin milletvekili Mithat Sancar ile taz-Café'de buluşuyoruz. 1963 Nusaybin doğumlu olan Sancar, bir hukuk profesörü olarak uzun yıllardır insan hakları için mücadele ediyor ve 80'li yıllarda bir süre Almanya'da yaşamış. Almancası mükemmel olan Sancar, siyaset bilimcisi Tanıl Bora'yla birlikte Jürgen Habermas'ın „Kamusallığın Yapısal Dönüşümü“ kitabını Türkçe'ye kazandırmıştır.
Mithat Sancar: Evet oldu. O konuşmada „AKP içindeki 28 Şubat mağdurlarının bu duruma bir diyecekleri yok mu“ diye bir soru sormuştum. Sonrasında AKP içinden bazı milletvekilleri geldiler, „biz parti içinde itirazımızı söylüyoruz“ dediler. Ben de „o yetmez, parti içinde bir şey söylüyor olabilirsiniz ama hiçbir şey değişmiyor“ dedim. Sonuçta aralarında benim de bulunduğum çok sayıda insan 28 Şubat mağdurlarına destek çıktı. Bizler bunu gizli saklı yapmadık. Demokrasiden ve hukuk devletinden yana tavrımızı açık bir şekilde ortaya koyduk. Riskleri neyse onları da göze aldık. O nedenle, AKP’li milletvekillerinin bu söylediklerinin ne inandırıcı bir tarafı, ne de somut bir karşılığı var.
Var tabii, her partiden var. Çeşitli vesilelerle uzun zamandır tanıştığım, bazıları eski öğrencim olan bu milletvekilleriyle görüşüyoruz, konuşuruyoruz. Ama kişisel olarak görüştüklerim son zamanlarda azaldı. Yaşanan siyasi gerilim tüm ilişkileri etkiliyor maalesef.
Bu kriz Erdoğan’ın iç siyaset manevralarının bir sonucudur. Türkiye çok önemli bir referanduma gidiyor. Erdoğan'ın her zaman kullandığı bir seçim taktiği var: gerilim ve kutuplaştırma politikası. Erdoğan bu yol aracılığıyla bir yandan tabanını kendi etrafında kenetlemeye, diğer yandan milliyetçi oyları yanına çekmeye çalıştı. Aynı yöntemi bu süreçte de kullanıyor. Yine de bütün çabalarına rağmen istediği havayı yaratamadı. Hatta tam tersine „hayır“ oylarının biraz daha önde olduğu anlaşılıyor.
Anayasa değişikliğini MHP ile birlikte yaptı ama bu değişikliğe MHP tabanının çok büyük destek vermediği biliniyor. Araştırmalar gösteriyor ki, MHP tabanının geniş bir kesimi „hayır“ diyecek. Ayrıca kendi tabanında da bu değişiklikten memnun olmayan, küçümsenemeyecek bir kesim var. Erdoğan’ın kendi seçmen kitlesini konsolide etmeden ve MHP’nin oylarını yanına çekmeden referandumdan „evet“ çıkarması çok zor.
Şimdi içerde zaten bir kutuplaştırma politikası yürütülüyor ama içerdeki kutuplaştırma ve gerilim alanları tükendi. Türkiye’de artık yeni bir gerilim yaratamıyor, zaten gerilim gelebileceği yere kadar geldi. Bu sefer de dışardan bir düşman yaratma ihtiyacı duydu. Bunu da başta Almanya olmak üzere Avrupa üzerinden yapmak istedi. Bu şekilde “Avrupa’nın Türkiye karşıtlığı“, “ulusal gurur“, “İslam’ı batıya karşı savunmak“ gibi temaları gündemin ortasına yerleştirmeyi hedefledi. Bunlar öne çıkınca, artık anayasa değişikliğinin içeriği ve kendi politikaları tartışmanın dışına itildi. Hesap bu.
CHP yönetimi eğer bu milliyetçilik dalgasına katılmazsa, kendi tabanından kayıplar vereceğini düşünüyor. Bu bize göre yanlış. Erdoğan’ın bir amacı da bu zaten. CHP'yi sağ ve milliyetçi dalgaya katmak. Fakat CHP'nin hesap edemediği şey, Erdoğan ve MHP'nin milliyetçiliği onlardan daha iyi kullanabilmesi. Bu açıdan CHP kendi eliyle kendi etki alanını daraltıyor. Fakat CHP’nin tek sorunu bu değil. Meselenin asıl kaynağı ideolojik altyapısının sorunlu olması. Sol ve demokrat değerlerle uyuşmayan çok fazla tutum var CHP’de.
Doğrusu Erdoğan’ın Avrupa'da sadece seçim mitinglerinden dolayı tartışma konusu olması çok isabetli olmadı! Türkiye’nin başka nedenlerle tartışılması gerekiyordu. Biz aylardır Avrupa kamuoyuna ve kurumlarına şunu anlatmaya çalışıyoruz: Başta Kürt bölgesi olmak üzere Türkiye’nin tamamında çok ağır insan hakları ihlalleri var, demokrasi askıda, hukuk devleti işlemiyor. „Buna karşı politik tutum takının, gerekli mekanizmaları çalıştırın“ diye çağrı yaptık. Ama harekete geçmediler. Erdoğan’ın adım adım kendi sistemini kurmasını büyük ölçüde izlemekle yetindiler. Hatta Erdoğan’ı mülteci anlaşmasına ikna etmek için bütün bunları görmezden geldiler. Oysa o zaman politik tutum alınsaydı şu an tartışma böyle „seçim çalışması yürütsün mü yürütmesin mi“ gibi sığ bir noktaya sıkışmazdı.
Hem içerde hem dışarda meselenin özünü ıskalayan bir tartışma olduğu açık. Ayrıca Almanya’da AfD gibi sağ popülist siyaset bunu kendi İslamofobik ve ırkçı ideolojisi için malzeme olarak kullanıyorlar. Oysa biz bunu bir demokrasi tartışması olarak görüyoruz. Biz Erdoğan’ın politikalarının sadece Türkiye için bir tehlike oluşturduğunu düşünmüyoruz. Erdoğan’ın temsil ettiği anlayışı, özellikle Avrupa’daki sağ popülist dalganın da bir parçası olarak görüyoruz.
Bizim için Erdoğan’ın dünyaya bakışıyla Almanya’daki AfD’nin, Fransa’daki Le Pen’in, Hollanda’daki Wilders’in dünya bakışları arasında bir fark yok. Dolayısıyla biz Almanya’da popülist sağa karşı verilen mücadelede tarafız. Aynı şekilde kendimizi Fransa’da da demokratların bir parçası olarak görüyoruz. O nedenle tartışmanın, aşırı sağa malzeme verecek bir şekilde yürütülmesini doğru bulmuyoruz.
PYD ve YPG bayraklarının yasaklanması kararı anlaşılmaz bir durum. Çünkü bu örgütler AB tarafından terör örgütü olarak görmüyor, Almanya da öyle görmüyor. Tam tersine Suriye’deki uluslararası koalisyon, PYD ve YPG ile yakın iş birliği içinde. Dolayısıyla bu yasağın rasyonel bir açıklaması yok, kendi iç hukukunda da bir temele dayanmıyor. Türkiye bu örgütleri düşman saydığı için Almanya’nın bu kararını Erdoğan’ı sakinleştirecek bir taviz, bir parça rüşvet şeklinde yorumlamak mümkün.
Açıkçası şimdiye kadar daha çok sembolik bir düzeyde kaldı. Çok iyi niyetli bir girişim ama maalesef bugün başta eş başkanlarımız Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere milletvekillerimizin hapiste olması neredeyse unutuldu. Ama bunu sadece parlementerlere yüklemek doğru değil, genel olarak Avrupa'da hükümetler ve kurumlar bu açıdan yetersiz kaldı. Merkel Türkiye'ye geldiğinde bizimle görüştü. Kendisine milletvekillerimizin ve eş başkanlarımızın hapiste olmasının normalleştirilmiş olmasından dolayı duyduğumuz rahatsızlığı dile getirdik.
Türkiye’de 4 parti var parlementoda, 3. büyük fraksiyon bizimki. Bu kadar büyük bir oyu almışız, etkili bir partiyiz. Bize karşı yapılan bu yoğun haksızlığın sıradanlaştırılması doğru değil. Türkiye'de fiilen yürüyen bir otokratik sistem var. Anayasa değişikliğiyle bunun iyice sağlama alınması amaçlanıyor.
Şimdi Türkiye’de yargı bağımsızlığı yok. Yargı Erdoğan’ın ve hükümetin istediğinin aksini yapabilecek durumda değil. Biz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduk ve bir sonuç çıkar diye umut ediyoruz. Fakat asıl mesele, eğer Türkiye’de „hayır“ çıkarsa Erdoğan’ın hegemonyası çatlayacak ve tüm Türkiye’nin bu baskı çemberini kırmasının yolu açılacak. Tutuklu milletvekillerimiz de doğal olarak „hayır“ çıkması durumunda bu sonuçtan olumlu etkilenecekler.
Erdoğan’ın getirmek istediği sistemin adı „başkanlık“ değil. Başkanlık deyince, ABD’deki gibi bir sistem anlaşılıyor. Oysa orada yerleşmiş bir denge ve denetleme düzeni var. Ama Türkiye’ye Anayasa değişikliği ile getirilmek istenen sistemde bunların hiçbiri yok. Bu sistemin doğru ismi, otokrasidir. İstenen sistemin temelinde çoğulcu bir anlayış yok, tekçilik var.
Bu değişikliği yapan koalisyon, özü itibariyle milliyetçi ve tekçi bir ideolojiye dayanıyor. Ancak Erdoğan’ın başka bir derdi daha var. Kendini ve ailesini güvence altına almak istiyor. Çünkü hakkında çok büyük yolsuzluk iddiaları var. Suriye savaşında çok karmaşık, karanlık ilişkilere girdiği konusunda iddialar var. Eğer iktidardan düşerse bu iddialardan dolayı yargılanma ihtimali oldukça yüksek. Bu yüzden iktidarını perçinlemek istiyor.
Türkiye ekonomisinin ciddi bir krizde olduğunu kimse inkar edemiyor. Bu krizin temelinde de siyasi istikrarsızlığın yattığı genel olarak kabul ediliyor. Bu siyasi krizin başlıca sebepleri, Kürt sorununda yürütülen güvenlikçi politikalar, toplumsal kutuplaşma, hukuk devletinin ve demokrasinin işlememesidir. Referandum süreci boyunca ekonomideki çöküşün üstünü örtmek için çeşitli manevralar yapmaya devam edecekler. Hem Türkiye kamuoyunda hem de dış kamuoyunda „Türkiye’ye Körfez ülkelerinden çok fazla kayıt dışı para giriyor“ diye yaygın bir şüphe var.
Bu para girişi, ekonomik krizin şimdilik çok daha fazla görünür olmasını engelliyor. Ama çıplak gözle baktığımızda bile özellikle dar gelirlinin, emekçinin, esnafın, orta çaplı iş insanlarının çok büyük sıkıntılar yaşadığını görebiliriz. Türk lirasının değerinin düşmesi de ekonomik krizin ciddi bir işaretidir. Öte yandan, Avrupa’yla yaratılan son krizlerin de ekonomiye olumsuz yansıyacağını görmek zor değil.