İstanbul Havalimanı, 6 Nisan'dan itibaren tam kapasite hizmet vermeye başlıyor.
taz.gazete, İstanbul Havalimanı'nı mercek altına aldığı dosyada bu projenin insanlar, çevre ve ekonomi üzerindeki etkilerini inceliyor.

Daha fazla okumak için:
taz.atavist.com/istanbul-havalimani

„12 Eylül'de bugünkü deliliğin tohumları saklı“

Yazar Ece Temelkuran ile Almanca'ya çevirilen „Devir“ romanı üzerinden zalimliğin ve mazlumluğun dönemden döneme devredilmesini konuştuk.

SIBEL SCHICK, 2017-03-31

„Devir – Dilsiz Kuğular Zamanı“ romanının Almanca çevirisinin („Stumme Schwäne“) ilk tanıtımını Köln'de yapan Ece Temelkuran ile konuştuk. 1973 İzmir doğumlu hukukçu, gazeteci ve yazar bu romanında 12 Eylül dönemini farklı sosyal sınıflara ait iki küçük çocuğun gözünden anlatıyor.

taz: “Devir“ romanını neden yazdınız?

Ece Temelkuran: Dünün mazlumunun bugünün zalimi olduğunu anlatmak için. Bugün dünyada yaşayan birçok zalim veya güç figürü, mazlumluk söylemleri kullanarak iktidara geldi. Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi. Kitabın Türkçe ismi bu yüzden „Devir.“ Mazlum ve zalim arasında sürekli bir devir var. Mazlumluğu ve zalimliği birbirlerine devrediyorlar. Bu aptallaştırıcı, sinir bozucu, kahredici bir döngü.

Bu döngüde siz kendinizi nerede görüyorsunuz?

Ben ne zalim ne de mazlum olmak istedim. Çünkü yazı yazan bir insan zalime de mazluma da aynı mesafeyle bakabilmeli. Onların hikayesini anlayabilmeli ve anlatabilmeli. Ama tanıdığım birçok insan ya politik olarak zalimle, yani iktidarla yan yana durdu, ya da kendi küçük çemberinde, küçük hayatında zalim oldu. Hayat bu iki uçtan daha büyük ve daha zengin bir şey diye düşünmek istiyorum.

Peki neden özellikle 1980 darbesini anlatmak istediniz?

1980, zalim olanın zalimliğini unutturduğu bir zaman dilimi. Bu yüzden de modern dünya tarihinin en başarılı darbelerinden biri. Kendi varlığını unutturmuş bir darbe. Birçok insan o döneme dair ya hiçbir şey hatırlamıyor, hatırlamıyormuş gibi yapıyor ya da hatırlamak istemiyor. Halbuki o günlerde bugünkü deliliğin tohumları saklı.

Unutma, unutturma neden bu kadar önemli?

Türkiye'nin tarihi unutmak üzerine kurulu bir tarih. Türkiye unutma konusunda o kadar başarılı bir hale geldi ki, iki hafta önce olan olayı unutuyoruz. Bu olayı iktidar bize başka şekilde anlattığında buna inanıyoruz. Bu yüzden tarihin yeniden yazımına ve tarihle ilgili yalanlara çok açığız.

Unutmaya neden çok açığız?

Osmanlı'nın son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu travmalarla dolu. Cumhuriyeti kuranlar haklı sebeplerle tarihi sıfırdan başlatıp „Bütün bunları unutuyoruz, şimdi yeni bir hayat başlıyor“ demişler. Bir bakıma hayat devam ediyor demek istenmiş, fakat hayat devam etmiyor. Anadolu'nun coğrafi olarak tarihin başlangıcından beri geçip gidenler için bir köprü olduğundan unutma konusunda çok becerikliyiz. 1980'i unuttuğumuz için biz bugünkü şizofrenik durumla karşı karşıyayız.

12 Eylül döneminde yaşananlar günümüze devrediyor.

Evet, magazin haberlerinden siyasi haberlere kadar 1980 dönemi ile bugün arasında o kadar çok benzerlik var ki, bir şeylerin sürekli tekrarlanmasına tanık oluyoruz. Her kuşakta aklı başında, düzgün, yaratmak isteyen, iyi niyetli, ilerici insanlar yok ediliyor, sürgün ediliyor, işkence ediliyor, yok sayılıyor, öldürülüyor, kaybediliyor.

Günümüzdeki şizofrenik durum derken neyi kastediyorsunuz?

Son günlerde yaşanan Avrupa krizinde şunu gözlemledik: Bir dolu çıldırmış insan Avrupa sokaklarında bir şeyler yaptılar- ne yaptıkları belli değildi. Sanki bir histeri krizi geçirildi. Türkiye dışarıdan hep delilerin yaşadığı bir yer olarak göründü. Türkiye'deki akıllı, uluslararası hukukun ve adabın ne olduğunu bilen insanlar susuyorlar. Çünkü öyle büyük bir delilikle, banallıkla karşı karşıyayız ki, bunun karşısında dilsiz olmayı seçenler var. Bu insanları üreten sistem 1980'de inşa edildi.

Toplumu deliliğe sürükleyen en etkili aygıt neydi?

1980 döneminde bazı kelimeler yasaklanmaya başlandı. Dil yok edildiği için bugün bu konuşamayan, derdini anlatamayan insanlar var. Bir ülkede dili yok ederseniz tüm düşünce sistemini yok edersiniz. Herkes o dönemdeki ölümlerden, işkencelerden bahsediyor ama daha önemli olan dillin yok edilmesi. Dili yok etmek, düşünme faaliyetini sonlandırmak demektir.

Dile müdahale hâlâ sürüyor…

Evet, ‚Osmanlıcalaştırma‘ ile. Özellikle 15 yıldır siyasiler bizim bilmediğimiz bazı Osmanlıca ve Arapça sözcüklerle konuşuyorlar. Aynı zamanda İslami referanslarla konuşarak siyasal ve toplumsal tartışmayı başka bir yere taşıyorlar. Kuran-ı Kerim'den referanslarla, hatta tarikat referanslarıyla seküler insanların katılamayacağı bir konuşma başlatıyorlar. Bunun başlangıcı da 1980'dir. „Direnme“ sözcüğünün 1980'de yasaklanması ve 2013'te Gezi ile tekrar ortaya çıkması çok ilginçtir mesela. Kötülük de, iyilik de devrediyor. Eğer 2013'te Gezi olmasaydı, bu romanı yazmazdım.

Romanınızda çokça yer aldığı gibi şiddetin toplumda karşılık bulması neden kaynaklanıyor?

Yığınlar kafa karışıklığını sevmezler, her şeyin tek tip olması onlara huzur verir. Romanda yer alan transseksüel sanatçı Bülent Ersoy, sadece devlet tarafından değil, toplum tarafından da avlanmaya çalışılıyor. Bunun nedeni tek tipleşme. 1970'ler tüm renklerin görünmeye başladığı yıllardı, ama sonra 1980 geldi. „Tüm renkleri yasaklıyoruz ve her şeyi griye boyuyoruz“ dediler. Tıpkı 2013'te duvarlara yazılan yazıların gri boya ile silinmesi gibi.

Hikayeyi çocukların gözünden anlatmanızın özel bir nedeni var mı?

Çocukların bakışı berrak. Korkuları ile gerçekliği değiştirmiyorlar. Büyüklerse korkuları ile gerçekliği değiştirmeye, kabul edilebilir hale getirmeye çalışıyorlar.

Yani kötülüğe özellikle yetişkinler alışıyor.

Gaflet uykusu insanın en sık yaptığı şeydir tarih boyunca. Örneğin Almanlar bunu İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptı. Başka toplumlar da başka şekillerde yaptı. „Daha kötü olamaz herhalde“ diye beklemek ve daha kötüsünü görünce bir kere daha daha kötüsü olamaz diye beklemek… Şimdi bunu Trump konusunda Amerikalılar yapıyor, „Herhalde bir duvar örmeyecektir“ diyorlar. Ama örecek ve senin buna cevabın ne olacak? Eğer „yapmaz“ diye cevap veriyorsan, yönünü kaybetmişsindir.

Kitabınızdaki Sevgi ve Aydın karakterleri kendi konumlarını korumaya çalışan iki karakter. Bu karakterlerin genel olarak Türkiye orta sınıfını temsil ettiğini söyleyebilir miyiz?

Evet, sadece Türkiye'de değil tüm dünyada tipik birer orta sınıf insanı olduklarını söyleyebiliriz. Kendini, çocuğunu korumaya çalışan, bu yüzden hayatı başka türlü yaşamaya başlayan insanlar. Orta sınıf zaten böyle bir şeydir. En büyük arzusu güvenliktir ama güvenlik arzusu insana bazen çok da ahlaki olmayan şeyler yaptırabilir.

Türkiye hayati bir süreçten geçiyor. Size göre orta sınıfın bu sürece verdiği tepki ne?

Artık Türkiye'de güvenli, politika dışı bir alan kalmadı. Artık kimse kendi küçük hayatını koruyamayacak. İnsanlar bunun farkında ve buna göre plan yapıyor; gitmek, ya da kalıp mücadele etmek. İnsanlar bir şey yapmak zorunda olduklarının farkına varıyor. Orta sınıfın rahatını bozacak, güvenlik duygusunu sarsacak bir şey olduğunda zaten ülkelerdeki rejimler değişir.

Alman okuyucu „Devir“ romanından ne beklemeli?

Türkiye'den Almanya'ya ilk işçi göçünün ardından, özellikle de 80 döneminde büyük bir entellektüel, aydın akını oldu. Şimdi de oluyor. Her şey sadece Türkiye için değil, Almanya için de devrediyor, bu yüzden bu kitabın önemli muhataplarından biri Almanya.

Son olarak „Devir“deki ‚Kuğu‘ neyi temsil ediyor?

Güzel ve zarif olan, yaşamamıza yarayan her şeyi temsil ediyor. Güzel olanı yaratmak ve yaşamaktaki inadı ve ihtiyacı… İnsanlar bana „umut var mı“ diye soruyorlar. Önemli olan umudun olup olmaması değil, çünkü umut yitebilir ama insanın içindeki güzeli yaratma ihtiyacı ve inadı bitmez.

SIBEL SCHICK, 2017-03-31
GERI
YAZAR HAKKINDA