Anayasanın ortadan kalkmış olması, Türkiye’de hukuk üzerine yapılan tartışmaları gereksiz; meselelerin hukukla çözülebilme ihtimalini ise geçersiz kılıyor.
Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, 10 Mayıs günü Danıştay’ın 149. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada referandum sonuçlarına ve olağanüstü hal (OHAL) Kanun Hükmünde Kararnamelerine (KHK) değinmişti. Güngör konuşmasında;
“Bu değişiklikle Anayasa’nın 9. maddesine yargının tarafsız olduğu ifadesi eklenmiştir. Kararların bağımsız mahkemelerce tam bir tarafsızlık içinde verilmiş olması ve bu durumun dışa yansıması, görünür ve bilinir olması gerekmektedir. OHAL'in ilanı ve bu süreçte ilan edilen KHK’lerin amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine bu amaç dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir“ ifadelerini kullandı.
Yukarıda bahsi geçen konuşma elbette Danıştay Başkanı'nın tartışma yaratan ilk hadisesi değil. Hatırlayacak olursak kendisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın karşısında düğmesi olmayan cüppesini iliklemeye çalışırken çekilen fotoğrafı, Sayın Cumhurbaşkanı ve diğer yargı mensuplarıyla Rize’de çay toplaması, kızının avukatlık stajını Saray’da Sayın Cumhurbaşkanı’nın himayesinde yapması, damadınınsa Saray’ı inşa eden şirkete yönetici olarak atanmasıyla gündeme gelmişti.
İçimizdeki makul insanlar Sayın Başkan’ın alıntıladığımız konuşmasına doğal olarak tepki gösterdi. Tartışmalı referandum sonuçlarının Türkiye’de hayata geçireceği yeni sisteme göre Hakimler Savcılar Kurulu’nun 13 üyesinden 6’sını Cumhurbaşkanı'nın, kalan 7 üyesinin de (cumhurbaşkanının kontrolü altında olması kuvvetle muhtemel olan) Meclis’in belirleyeceğine dair hatırlatmalar yapıldı. KHK’lerle ilgili açıklamalarına ise ihsas-ı rey, yani oyunu/tarafını belli etme eleştirileri getirildi.
Hiç şüphesiz Danıştay Başkanı'nın konuşmaları makul bir düzende, makul insanlar tarafından eleştirilebilir. Oysa, bağımsız bir yargının olması için gerekli mekanizmaların olmadığı, olanlarının da ortadan kaldırıldığı bir durumda ne Sayın Başkan ne de herhangi bir yargıçtan sadık kalmaları beklenen bağımsızlık ve tarafsızlığı, kamusal görev ve kişisel çıkar arasındaki ayrımı hayata geçirmelerini beklememiz mümkün değil.
Bilmeyenler, bilmiyormuş gibi yapanlar ya da gerçekle henüz yüzleşmemiş olanlar için biz bir defa daha hatırlatalım: Türkiye Cumhuriyeti 16 Nisan sonrası süreçte a-na-ya-sa-sız-laş-tı-rıl-mış-tır! Türkiye Cumhuriyeti çok şükür ayaktadır, ama ülkemizde anayasal demokrasi son bulmuştur.
Elbette “anayasa“ olarak adlandırılacak bir metin bundan sonra da olacaktır, fakat bu belge Anayasa hukukçularımızın da belirttiği gibi kuvvetler ayrımı ilkesini güvence altına alınmadığı, modern anayasacılığın temel kaynaklarından kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin “Hakların güven altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun anayasası yoktur“ diyen 16. maddesine ters düştüğü için gerçek bir anayasa olarak kabul edilemez.
Kimi yurttaşlarımız ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun anayasa ortadan kalkmış olsa da varlık göstermeye devam eden Anayasa Mahkemesi’nin 55. kuruluş yıldönümü için düzenlenen törene katılmasından ve törende Başbakan Binali Yıldırım ve Meclis Başkanı İsmail Kahraman’la keyifli fotoğraflar vermesine şaşırabilir. O yüzden yine tekrar edelim; artık bir anayasamız yok!
Anayasanın ortadan kalkmış olması, Türkiye’de hukuk üzerine yapılan tartışmaları gereksiz; meselelerin hukukla çözülebilme ihtimalini ise geçersiz kılıyor. Bu bağlamda Danıştay Başkanı’nın açıklamalarına takılmak 16 Nisan sonrasının “yeni“ Türkiye’sinde eski bir refleksten başka bir şey değildir. Yine aynı şekilde yeni sistemin sorunları iktidar partisinin değişmesiyle ya da muhalefetteki partilerden birinin iktidara gelmesiyle aşılacak da değil, zira yeni sistem partilerin değil partili cumhurbaşkanının iki dudağı arasından çıkacaklara bakıyor.
Çözümü 2019’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aramak ve seçilecek cumhurbaşkanının şu ya da bu bloktan olmasını temenni etmek de demokrasimizin aksaklarına ancak geçici bir çözüm olabilir. 2019’da mevcut cumhurbaşkanı yerine başka bir isim seçilmesi ve hatta Türkiye’nin parlementer sisteme geri dönmesi de kalıcı ve yeterli bir çözüm olarak kabul edilemez.
Yaşadığımız sorunların çözümü, demokrasinin ve adaletin iktidara gelmesinden geçiyor. Bunun için demokrasiyi istediği durağa gelince inilen bir tramvay olarak gören değil, demokrasiyi içselleştirmiş ve demokrasi anlayışını çoğulculukla pekiştirmiş siyasetçilere ihtiyaç var.
Yine de siyasetçilerden ve sistemin kendisinden de önemlisi demokrasiye, hukuka, insan haklarına, bunların da ötesinde vicdana ve insanlığa sahip çıkacak bir halk kitlesi ve bu halk kitlesinin birlikte hareket etmesidir. Bu şuurda bir halk kitlesi olmadan tüm aydın ve erdemli siyasetçiler yalnız, inşa edilecek en iyi sistem bile sahipsiz kalmaya mahkumdur. Bu şuurda bir halk kitlesinin oluşması durumunda ise en karanlık siyasetçilere ve en kötü düzene bile göğüs gerebiliriz.
İhtiyacımız olan, insanlığını, vicdanını ve cesaretini elden bırakmadan özlemini duyduğumuz demokrasinin savunuculuğunu yapacak bir halk ve bu halktan beslenecek siyasettir. O güne kadar karşımıza Zerrin Hanım'lar çok çıkacak. Biraz sabır, gülüp geçelim.