Türk milliyetçileri 2013’te başlayan Kürt sorununun “çözümü“ sürecinde yaşanan göreli serbestliğin intikamını 2015’te başlayan savaştan bu yana sistematik olarak almaya çalışıyor.
Türkiye’deki okullar bir süredir tekrar milliyetçi histerinin sergilendiği mekânlara dönüştürüldü. Türk milliyetçileri 2013’te başlayan Kürt sorununun “çözümü“ sürecinde yaşanan göreli serbestliğin intikamını 2015’te başlayan savaştan bu yana sistematik olarak almaya çalışıyor.
Hatırlanacağı gibi 2015-2016 arasında sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı Kürt il ve ilçelerinde özel harekatçı askerler sık sık okullardaki kara tahtalara ırkçı-milliyetçi yazılar yazarak poz veriyor ve bunları sosyal medyadan paylaşıyordu.
Sokağa çıkma yasakları bitince öğrenciler tekrar eğitime tabi tutulmaya başlandı. Ancak bu sefer silahlı kuvvetlerin pozlarını bizzat öğretmenler veriyor ve bunları da sosyal medyada paylaşıyor. Örneğin, Ekim ayında, Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde başörtülü bir öğretmen, sınıftaki “akıllı tahtaya“ Türkiye bayrağını koyup önünde Türk milliyetçilerinin bozkurt işaretini yaparak poz vermiş ve bunu da sosyal medyada paylaşmıştı. Bu fotoğrafa Kürtler kadar demokrat Türkler de tepki verince, öğretmenin görevinden alındığı iddia edilmişti. Ancak Diyarbakır Valiliği bir açıklama yaparak öğretmenin kendi isteğiyle görevden ayrıldığını duyurmuş, böylece bu türden “pozların“ görevden almayı gerektirmediğini üstü örtük bir biçimde ilan etmişti.
Benzer bir olay, bir ay sonra, Ekim ayında Şırnak’taki Tümgeneral Ömer Keçecigil İlköğretim Okulu’nda yaşandı. İlkokul öğretmeninin sınıfın duvarına, öğrencilere atfen “Kürtçe konuşmayacağım“ yazısı yazdığı ortaya çıktı. Bu okuldaki Kürtçe yasağı parlamentoya taşınınca Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, şu açıklamayı yaptı; „Kürtçe küfür etmeyin, konuşmayın anlamında, sınıfta sessizliği sağlamak için yapılmış.“ Böylece Eğitim Bakanı'nın da Kürtçe'yi nasıl kodladığını anlamış olduk!
Yine Ekim ayı içinde, cumhuriyetin ilanının 94. yıldönümü olan 29 Ekim’den bir gün önce, bu sefer başka bir Kürt şehri olan Siirt’in Kurtalan ilçesine bağlı Kayabağlar Köyü’nden ajanslara bir haber düştü. Habere göre öğretmenler Türkiye bayrağını temsil eden ay-yıldızı 7-8 yaşlarındaki ilkokul öğrencilerinin alnına çizerek onları evlerine yolladı.
Utandırmak sistematik bir hale geldiğinde hiçbir çocuk bunu kolay kolay unutmaz. Bunun zamanla çocuklarda ne tür izler bıraktığının tespitini pedagoglara bırakalım, ama Türkiye’de Kürtleri kendi dil ve kimliklerinden utandırmanın, eğitim sisteminin bir parçası olduğunu aktaralım. Geçen gün bir arkadaşım hiç beklemediğim bir soru sordu: “Hayatında hiç Kürt olmaktan utandın mı?“
Bu soru, aklıma Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili “çözüm sürecinin“ devam ettiği Eylül 2014’te, Ankara'da bir kreş öğretmeniyle yaptığımız birkaç cümlelik sohbeti getirdi. Kreşin önünde üç yaşındaki çocukla hangi parka gidebileceğimizi Kürtçe tartışıyorduk. Konuşmamıza kulak kabartan kreş öğretmeni bize yaklaşıp tebessüm ederek sormuştu: “Pardon, hangi dilde konuşuyorsunuz?“ Olağan bir edayla “Kürtçe konuşuyoruz“ yanıtı vermiştim.
Öğretmen kaşlarını kaldırıp olabildiğince güleç bir ifadeyle “Aaa, ne kadar güzel, hiç utanmıyorsunuz!“ deyivermişti. Kendince gayet olağan bir soru soruyordu. “Hiç utanmıyorsunuz“ bir yargı değil, bir “tespitti“ ona göre. “Niye utanalım ki“ diye sorunca da şöyle yanıt vermişti: “Biliyorsunuz, insanlar genelde Kürtçe konuşmaktan utanırlar. O yüzden şaşırdım size.“
Evet, biliyordum. Çünkü İstanbul’da, Ankara’da hatta bazen Kürt şehri Diyarbakır’da bile insanların yüksek sesle Türkçe konuşurken, Kürtçeyi kısık sesle konuşmayı “tercih“ ettiklerine çok tanık oldum. Bir seferinde Erzurum’un bir Kürt köyüne, haber yapmaya giderken bana mihmandarlık eden muhtar, ziyaret edeceğimiz ailenin Türkçe bilmediğini ama yine de sorularımı Türkçe sormamın iyi olacağını söylemişti. Nedenini sorunca da, “Kürtçe konuşursan gazeteci olduğuna inanmazlar“ demiş ve eklemişti: “Sen Türkçe sor, ben onlar için Kürtçeye çeviririm.“
Kürtleri kendi aralarında bile dillerini konuşmaktan utandıran asimilasyon politikası, 29 Ekim'de 94. yıldönümü kutlanan Cumhuriyet tarihinin neredeyse tümünü kapsıyor. 1930’lardan 1982’ye kadar fiilen yasak olan Kürtçe, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra yapılan ve halen yürürlükte olan 1982 Anayasası’yla resmiyet kazandı. Önceki anayasalarda “Devletin resmî dili Türkçedir“ ifadesi 1982 Anayasası’nın 3. maddesinde daraltılarak “Devletin dili Türkçedir“ şeklini aldı.
“Darbe anayasası“ olarak da tanımlanan 1982 Anayasası, halen yürürlükte olan “Eğitim ve Öğrenim Hakkı ve Ödevi“ başlıklı bölümde anadilde eğitimi şu ifadelerle yasaklıyor: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.“
Devlet, Kürtçe eğitim ve öğretimin önünü kapatmak için onu hiçbir zaman yabancı dil olarak da kabul etmeyerek, Kürtlerin bu maddenin son cümlesindeki hükümden yararlanmasını da engelledi. Böylece Kürtçenin gelişiminin sistematik olarak engellenmesi mümkün hale geldi. Ancak zamanla yapılan kısmi değişikliklerle Kürt dili eğitimi veren özel kurumların, zorlu denetimlerden geçirildikten sonra faaliyet yürütmesi söz konusu olabildi. Yani Kürt çocuklarının Türkçe öğrenmesi zorunlu, Kürtçe öğrenmesi ise parayla! Tabii bu da Kürtçe eğitim veren az sayıda kuruma erişimin mümkün olduğu hallerde söz konusu.
Devletin Kürtlere yönelik cumhuriyetin başından beri belki de hiç değişmeyen, en sinsi politikası, onları kendi dil ve kimliklerinden utandırma çabası oldu. Örneğin, Hikmet Tanyu’nun 1961 tarihinde yayınlanmış olan “Atatürk ve Türk Milliyetçiliği“ isimli kitabında aktardığı bir olay, Kürtlerin kendi kimliklerinden “utandırılma“ çabasının ne kadar eskiye dayandığını gözler önüne seriyor.
1930’larda geçen olay, zorunlu askerlik görevini yapan genç bir Kürt ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk arasında geçiyor. Tanyu’nun aktardığına göre olay şöyle yaşanıyor:
“Muhafız Alayı erlerinden ikisi Çankaya Köşkü’nün bahçesinde güreşe tutuşmuş, diğer erler de onları seyrediyordu. Otomobillerin sesi, erlerin hemen kaçışmasına sebep olmuştu. Atatürk köşke geliyordu. Büyük Ata otomobilini durdurdu ve bir el işaretiyle kaçışan erleri yanına çağırdı. Bilhassa gömleğini, fanilasını giymeye vakit bulamayan pehlivan erlerden biri fazla heyecanlıydı. Ata’nın yanına korka korka yanaştı. „Ne yapıyorsunuz burada?“ Ata’nın sualine bir onbaşı cevap vermişti: „Güreşiyorduk Paşam!“ Ata memnun olmuştu, çünkü güreşi pek severdi. „Peki“, dedi „devam edin öyleyse!“
Erler çekingenlik gösterince, Atatürk ısrar etti: „Güreşin, güreşin“ dedi, „ben de seyredeceğim. Yalnız önce kimin başpehlivan olduğunu öğreneyim.“ Ata’nın yanına gelen yarı soyunuk, çok heyecanlı olanı bir adım öne çıktı:
„Benim Efendim.“
„Adın ne senin?“
„Kürt Memet.“
„Kürt“ sözünü duyan Atatürk kaşlarını çatmıştı, fakat bir an sonra tekrar mütebessim bir çehre ile pehlivana mukabelede bulunmuşlardı: „Kurt gibi kuvvetli olduğun için mi sana Kurt Memet diyorlar?“
Kürt Memet köylüydü, okumamıştı, ama Ata’nın kastetmek istediğini hemen kavradı: „Evet Paşam, dedi, benim adım Kurt Memet’tir. Yanlış söyledim demin.“
Cumhuriyetin başından beri Türk milliyetçilerinin en büyük rüyası, Kürtlerin kimliklerinden utanıp o kimliği inkâr etmeleri ve giderek Türk olmayı benimsemeleriydi. Yani Kürt Memet’in “Kurt Memet“ olmasıydı. Türk milliyetçilerinin bu rüyası hiçbir zaman gerçekleşmediği halde, o rüyanın peşinden gitmeye, Kürt çocuklarını kendi dillerinden ve kimliklerinden utandırmak için baskılarını sürdürmeye devam ediyorlar.