HDP'li Sancar, AKP-MHP ittifakının yıpranmaya müsait olduğunu ve iktidarın bu yüzden seçim hazırlıklarına hız verdiğini söyledi: „Lanetli senaryoları hep birlikte boşa çıkarabiliriz.“
HDP milletvekili, akademisyen ve yazar Mithat Sancar, Türkiye'de iktidarın son dönemde attığı aceleci adımları değerlendirdi. HDP Mardin Milletvekili ve TBMM Başkan Vekili Mithat Sancar, “Umut, gerçekliği çarpıtıp hayal yaymak değil, gerçeğe göre hareket etmek ve mücadele yolları bulabilmektir“ dedi. Sancar, Boykot ve seçim güvenliği gibi önemli konuların yanı sıra Avrupa’da sağın yükselmesini de yorumladı; “Türkiye’deki diktatörleşme eğilimi ve savaş politikalarının Avrupa’da da çok olumsuz yansımaları olur.“ Sancar ile Almanya'nın Köln şehrinde buluştuk.
Meclis’ten geçen 'Seçim ittifak yasası’, hukuk ve medyayı içine alan çok aceleci adımlar atıldı, AKP nereye yetişmeye çalışıyor?
Önce “Cumhur ittifakı“ ilan edildi; AKP ile MHP seçimlere ortak gireceklerini ilan ettiler. Ardından bu ittifakı yasal zemine oturtan düzenleme yapıldı. Bunlar, Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin erkene alınacağına dair açık işaretlerdir. Seçimlerin 2019’a sarkması bu ittifakı yıpratabilir. Son gelişmeler, 2018’de “başkanlık“ ve “parlemento“ seçimlerinin gerçekleşeceğini gösteriyor, işaretler bu yönde.
AKP-MHP sandık ittifakının istendiği gibi gittiği söylenebilir mi?
Umulduğu gibi gitmediğine dair veriler güçlü. İktidar, bu ittifakın arzuladığı havayı yaratmadığını fark ediyor. Anketler yaptırıyorlar ve iktidarı sürdürmeye yetecek oy oranlarına ulaşamadıklarını görüyorlar. Bu nedenle başka hamleler yapama gereği duyuyorlar. Seçim hukukundaki yeni düzenlemeler bunun önemli bir örneği. Bununla seçim sonuçlarının manipüle edilmesinin amaçlandığı biliniyor.
Tabuta son çivi olarak da değerlendirilen medya operasyonu, AKP’nin bu kaygılarının sonuçlarından biri mi?
Kimse, Doğan Medya’nın, Demirören Grubu’na satışının olağan bir durum ya da ticari bir anlaşma olduğunu söyleyemez. Bu kadar büyük “el değiştirmeler“in arkasında daima önemli sebepler, önemli hesaplar vardır. Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) interneti denetleme ve internet yayınlarını lisansa bağlama yetkisi de Meclis’ten geçti. Manipülasyonlara zemin hazırlamak ve medyayı tamamen kontrol altına almak, bu sene içinde seçim olacağına işaret ediyor. İktidar, seçimlerden istediği sonucu alamama kaygısı taşıyor; korku ve telaşla yeni manevralara girişiyor. Ne pahasına olursa olsun kazanma hırsının kaynağında, iktidarı kaybetmenin sonuçlarından duydukları büyük korku yatıyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kısa bir süre önce, “Biz gidersek vatan da tehlikeye girer“ ifadelerini kullandı. Vatan mı, kişisel beka mı?
Erdoğan, “liderliği“, “vatanla“ bütünleştiren bir propaganda çizgisi izliyor. Ben yoksam vatan da tehlikeye düşer“ algısını yayıyor. Önceleri bunu daha çok ima yoluyla dile getiriyordu; şimdi çok açık ve doğrudan yapıyor. Bu söylem, kişisel beka kaygısı taşıyan otoriter liderlerin yaygın olarak başvurdukları bir propaganda yöntemidir. Bu söylemin açık bir şekilde devreye sokulması, iktidarın kendisinden emin olmadığını, seçimi kaybedeceğine dair büyük bir kaygı ve korku taşıdığını gösteriyor.
Ancak halkın büyük bir bölümü de Erdoğan’ın kazanmasından korkuyor. Meclis’ten geçen sandık ittifak yasasından sonra, “Bu seçim kazanılmaz“ diyenlerin sayısı ise bir hayli fazla. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Seçimlerde sonuç almanın mümkün olamayacağını yaymak tamamen iktidara yarar. Halkı sandıktan, seçimden ve seçimle bağlantılı siyasi faliyetlerden soğutur. Seçimlerden tamamen umut kesmek, topu başka sahalara atma sonucunu da doğurur. Bu da tehlikelidir ve doğru değildir.
Ancak sandık manipülasyonların artacağı neredeyse kesin, mühürsüz zarfların sayılması yasalaştı, baş edebilmenin yolu var mı?
Evet, manipülasyon ihtimali güçlendi. 16 Nisan 2017 referandumunda da bunu test ettik. Ancak özellikle Kürtler sandığa sahip çıkma konusunda büyük bir tecrübeye, birikime sahip. Öte yandan 7 Haziran 2015 seçimlerinde Türkiye’nin tamamında gözlediğimiz “sandığa sahip çıkma refleksi“ vardı. Oy ve Ötesi ile benzeri girişimler sandık güvenliği konusunda çok değerli çalışmalar yürüttü. Arkamızda bir deneyim, birikim var, önümüzde ise çok önemli bir görev duruyor. İnsanları umutsuzluğa itmek, seçimden ve sandıktan soğutmaya yönelik bir dil üretmek yerine, bu kadar güçlü potansiyeli seçim güvenliği için seferber etmek lazım.
Islak imzalı sandık tutanaklarına sahip çıkmak işin kilit noktası. Kademe kademe bir yol izlenmeli. En önce sandık güvenliği. Her seçimde belli oranlarda fireler verilir. İktidar gücünü kullanır, kendisine gelmemiş oyları da hanesine yazabilir. Fakat bunun milyonlarca oy düzeyinde yapılması çok zordur. Muhalefet güçleri, bir seçim güvenliği seferberliği ve birlikteliği yaratırsa sandığın sonucunun çarpıtılmasını çok büyük ölçüde önleyebilirler.
Seçimi de içine alan uzun soluklu, devingen bir boykot mümkün değil mi?
HDP’nin gündeminde boykot yok. Demokratik siyaseti çok önemsiyor, hatta hayati buluyoruz. Seçim ve parlemento tek başına demokratik siyaseti temsil etmez ama çok önemli parçalarıdır. Boykotun ise demokratik siyaseti işlevsizleştirmesi ve başka ağır sonuçları olacak seçeneklere kapı tamamen açması ihtimali vardır. Öncelikle, “Türkiye’de boykot şartları var mı?“ diye sormak lazım. “Bu kadarına gerek olup olmadığı“ ve “Bundan önce neler yapılabileceği“ soruları da önemli. Otoriter sistemlerde, sandığı da içine alan bu denli kapsamlı bir sivil itaatsizliği kalıcı hale getirmenin önünde çok ciddi engeller var. Çeşitli alanlarda sivil itaatsizlik faaliyetlerini örgütlemek çok meşru bir demokratik haktır, bu kabul edilir. Seçim boykotu da sivil itaatsizlik araçlarından biridir. Fakat bu konuda kapsamlı, güçlü ve inandırıcı bir hazırlık ve elverişli ortam yokken, sadece seçim boykotunu öne çıkarıp ona yoğunlaşmak demokrasi ve özgürlük mücadelesine bir fayda getirmez.
Bireysel silahlanmada büyük artış var, paramiliter güçlerin varlığı da ortada. Seçimi kaybeden bir iktidarın neler yapabileceği de tartışılıyor. Sizce bir iç çatışma riski var mı?
Karanlık senaryoların, “sinme psikolojisini“ güçlendirdiğini düşünüyorum. Türkiye’de iç savaşı göze alacak bir çevrenin olduğunu da pek sanmıyorum. Türkiye’de toplum çok fazla zorlanırsa, “iç savaş benzeri“ diyebileceğimiz belli çatışma biçimleri ortaya çıkabilir. Bu tür senaryoları detaylandırarak dillendirmenin, daha çok bunlardan medet uman çevrelerin işine geldiğini düşünüyorum..
Öte yandan, düşük ölçekli iç çatışma stratejilerini ve pratiğini, 70’lerin ikinci yarısından 80’e kadar gördük. Mahallelerin, şehirlerin bölünmesine, çeşitli paramiliter güçlerin devlet ile ilişki içine girmesine tanık olduk. Buna rağmen yaygın ve yoğun bir toplumsal iç çatışma yaşanmadı. Türkiye’de halkların derin bir sağduyusu olduğuna inanıyorum. Bu, fren üreten bir dinamik de taşıyor. Bizler, demokrasi, barış ve özgürlüklere dikkat çekmeliyiz; “halkların kardeşliği“ni soyut bir slogan olmaktan çıkarıp, somut bir hayat pratiğine dönüştürecek şeyler yapmalıyız. Demokrasi ve barış isteyen örgütlü güçler üzerlerine düşeni yaparlarsa, halkların derin sağduyusu daha kolay devreye girer ve bu lanetli senaryoları hep birlikte boşa çıkarırız.
Ancak, silahlar, tehditler, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) kapsamında çıkan yasalar da var…
Elbette çok uyanık ve hazırlıklı olmamız lazım. Bunların ortaya konması, iktidarın demokratik meşruiyetinin ne kadar zayıfladığını da gösterir. Meşruiyet sorununun ortaya çıkması bir iktidar için ciddi anlamda kan kaybıdır. Toplumun genelinin rızasını alamayan bir iktidar şiddet araçlarına sarılır; iç çatışma tehdidi de, rıza üretemeyen iktidarların toplumu sindirip kontrol altında tutmak için kullandıkları yöntemlerden biridir. Görüyoruz ki bu iktidar da rıza üretmekte zorlanıyor. Bunun için diğer baskı aygıtlarını harekete geçiriyor, korku havasını yayıyor.
Türkiye’de umutlu olmak için bir sebep var mı?
Umut meselesi, genel felsefenin de siyaset felsefesinin de önemli bir konusudur. Umut, gerçekliği çarpıtarak bir hayal yaymak değil, mevcut durumu görerek hareket etmektir. Gerçekliği yok saymak değil, zor ve ağır bir gerçekliği dönüştürmek için çareler ve yollar aramak, umudun hakiki kaynağıdır. Ülkemiz açısından çizdiğimiz resim, hiç de iç açıcı değil. Bu bir gerçek. Ancak buna teslim olma hakkımız ve lüksümüz yok. Tam tersine, yapmamız gereken şey, bu sert gerçekliğe karşı mücadele yöntemlerinin ve çıkış yollarının ne olabileceğini bulmak. Umudu yaratan; mücadele ısrarı ve inancıdır. Bu tabloya rağmen, “Biz ne yapıyoruz ve ne yapabiliriz?“ sorularını sorduğumuz anda umut kendiliğinden doğar. Dönüşüm bu inatla başlar.
Avrupa bir yandan demokrasi vurgusu yapıp, diğer yandan silah satmaya devam ediyor. Gerçekler ve vitrin birbirini tutmuyor. Bu konu nasıl değerlendirilmeli?
Devletlerin, sadece ilkeler ve değerler üzerinden politika belirlediklerini düşünmek bir yanılgı. Reel politik dediğimiz bu anlayış, 1945 sonrası dönemde belli bir değişikliğe uğradı. İnsan haklarının evrensel bir değer olarak öne çıktığı bir döneme girildi. Ancak 2001’den itibaren yine sistematik olarak insan hakları ve demokrasi değerlerin üstünün çizildiği bir döneme geçildi.
11 Eylül’deki saldırılar buna vesile yapıldı. Saldırılar sonrası, Birikim dergisine yazdığım „Global Olağanüstü Hal“ isimli makalede, dünyanın bir tür olağanüstü hal sürecine girdiğini ve bunun uzun süreli bir trend olduğunu ayrıntılı olarak anlatmıştım, maalesef yanılmadım. Bu; iktidarlarının güçlendiği, reel politikanın yeniden çok belirgin hale geldiği ve Makyavelizm’in uluslararası ilişkilerde hakim olduğu bir dönem. Sağ popülist dalganın yükselmesi de bu gelişimden bağımsız değildir.
Son dönemde bu yükselişin zirve yaptığını söyleyebilir miyiz?
Evet, söyleyebiliriz; ama süreç bitmiş değil. Özellikle Suriye’deki iç savaşla birlikte insan hakları ve mülteci hukuku gibi önemli konularda, 1945 sonrası kazanımların çok gerisine düşüldü. Bu hava maalesef, insan hakları ilkelerinin kurumsallaştığı Avrupa’yı da fazlasıyla etkiledi. Avrupa’yı ikiyüzlü politikaları ile itham etmek yerine onlara acı gerçekleri anlatmalıyız. Bu politikalara teslim olmak Avrupa demokrasisini de hızla çökertir. Popülist sağ dalganın sürmesi yeniden bir Avrupa’yı otoriterleşme getirir, diktatörlük eğilimlerini güçlendirir. Avrupa’da da büyük bir sosyal adalet sorunu var.
Yoksullaşmanın, emek dünyasının esnekleşmesinin yarattığı güvencesizlik, işini veya toplumsal statüsünü kaybetme tehdidinin yarattığı güvensizlik duygusu çok yaygın ve bunun da önemli sonuçları var. Bunu, ana akım siyasi partiler görmezden geliyor, sol ve demokrat güçler ise yapıcı bir enerjiye aktaramıyor. Ne yazık ki boşluğu aşırı, sağ, yabancı düşmanlığı gibi politikalarla ve milliyetçi hamaset gibi yöntemlerle iyi değerlendiriyor ve yükseliyor.
Sağın yükselişinin önüne nasıl geçilebilir?
Avrupa Birliği’nin karar organları ve özellikle de Almanya’da hükümet, Makyavelist dürtüyle ve kısa vadeli menfaatlere göre hareket ediyor. Makyavelizmle, Almanya için alternatif (AFD) gibi faşist partilerin yükselişini engelleyemezsiniz. İnsan pazarlıkları ile sadece geçici bir süreliğine mülteci akınını durdurabilirsiniz. Sözgelimi bu noktada Türkiye’de hükümete verilen tavizler yeni ve çok daha büyük güvenlik riskleri yaratır. Belki de çok daha büyük mülteci hareketlerinin önünü açar. Oysa 1945 sonrasındaki insan hakları ve sosyal adalet anlayışını canlandırırsanız, mülteci sorununa daha kalıcı insani çözümler bulunur, aşırı sağın yarattığı tehditle de daha etkili bir şekilde baş edilir.
Avrupada bütün demokrasi güçlerine bunu anlatma görevimiz ve borcumuz var. Dünyadaki tüm demokrasi güçlerinin kaderi birbirine daha fazla bağlanmıştır. Küresel bir demokrasi ve sosyal adalet hareketi oluşacaksa HDP olarak bunun içindeyiz. Türkiye’de yaşanan durumun, diktatörleşme süreci ve savaş politikalarının sadece Türkiye’de değil aynı zamanda bölgede ve Avrupa’da yansımaları olacağını söylüyoruz. Açıkçası demokrasi, barış ve özgürlük isteyen bütün güçler, birlikte çalışma alanlarını ve yöntemlerini daha fazla geliştirmek zorundalar.