Türkiye'nin Suriye politikası, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının ardından yeni bir boyut kazandı. Türkiye dış politikada bu noktaya nasıl geldi? Bir hatırlatma
Suriye savaşının başlamasının üzerinden yaklaşık yedi yıl geçmesine, Devlet Başkanı Beşşar Esad hala koltuğunda olmasına rağmen „Yeni-Osmanlı’nın“ Suriye macerası bugün hala devam ediyor. İlk önce 2016'daki Fırat Kalkanı ve sonra da 2018'deki Zeytin Dalı operasyonlarıyla, Suriye’nin kuzeybatısı Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte kontrol altına alındı. Bu bölgelere sanki Türkiye toprağıymış gibi Ankara’dan yetkililer atandı.
Günümüz Türkiye'sinin dış politikasını anlamak için, 15 yıllık AKP iktidarının “yeni-Osmanlıcılık“ olarak adlandırılan dış politikasının mimarı, Ahmet Davutoğlu'nun “Stratejik Derinlik“ kitabına bakmak gerekse de, “yeni-Osmanlıcılık“ kavramı ve Türk siyasi tarihindeki örnekleri Davutoğlu ile sınırlı değil.
1. Dünya Savaşı’ndan mağlubiyetle çıkan ve işgal edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından modern Türkiye’yi kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, İmparatorluğun kültürel ve siyasi mirasıyla bütün bağları koparma kararı almışlardı. İçeride hilafet ve saltanatı lağvedip, ulusal ve dinin devlet kontrolü altında olduğu laik bir cumhuriyet kurarken, dış politikada ise Ortadoğu’yla bağları koparıp realist bir dış politikaya yöneldiler. İmparatorluğun kaybedilen topraklarıyla ilgili maceracı bir tutum içerisinde olmadılar.
Çok partili hayata geçildikten sonra kurulan ve bir kısmı iktidara gelen, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e daima mesafeli durmuş olan milliyetçi-muhafazakâr partiler ise zaman zaman Osmanlı nostaljisi içerisinde oldular. Seçmenlerine Türkiye’yi büyütmeyi, yeniden bir dünya devleti, bir emperyal güç olmayı, yani “yeni-Osmanlı’yı vaat ettiler. Bu vaadin en çok dile getirildiği tarihsel dönemlerden biri, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı 1990’ların başıydı.
1983 yılında, solu ezip geçen 12 Eylül darbesinden sonra tekrar çok partili hayata geçildiğinde iktidara gelen sağcı politikacı Turgut Özal ve çevresindeki entelektüeller, bağımsızlığını yeni kazanan Orta Asya’daki Türki devletlere bakarak bir “Türk birliği“ni kurabileceklerine inandılar ve buna “yeni-Osmanlıcılık“ adını verdiler. Ancak gerçek dünya, siyasetçilerin ve entelektüellerin tasarımlarından farklıydı. Reel politika ve güç ilişkileri bu hayallerin hayata geçmesine izin vermediği için bu defter kapandı, ta ki AKP 2002’de iktidara gelene kadar.
AKP’nin ilk yılları devlet aygıtı içerisindeki “statükocu“ olarak adlandırılan gruplarla mücadeleyle geçti. Bu mücadele esnasında AKP yöneticileri, içeride “demokratikleşme“ söylemini kullanırken, dışarıda ise Türk dış politikasının geleneksel sorunlarını (Kıbrıs, Yunanistan, Ermeni sorunu vb.) demokratik bir perspektifle, “yumuşak güç“ kullanarak çözeceklerini ve Türkiye’nin bölgesel ve küresel ölçekteki etkisini artıracaklarını iddia ettiler. Öte yandan yine demokratikleşme adına Avrupa Birliği üyelik sürecine ivme kazandırdılar.
Ancak ilerleyen yıllarda AKP’nin demokratikleşme söyleminin “statüko güçleri“ dediği rakiplerini tasfiye ederek devlet aygıtının mutlak hakimi olmak için kullandığı bir araç olduğu görüldü. AKP bu süreçte iç politikada gerçek kimliğine dönerek İslami bir söyleme ve pratiğe yönelirken, dış politikada da –özellikle Arap Baharıyla birlikte- “yeni-Osmanlıcı“, emperyal bir siyaset izlemeye başladı ve bunun için de hemen sınır komşusu olan Suriye’ye yöneldi.
Bu noktada yeniden Davutoğlu’na ve onun “Stratejik Derinlik“ kitabına dönebiliriz. Davutoğlu’nun kitabının anahtar sözcüğü “medeniyet“ti. Davutoğlu Kemalistlerin Türkleri İslam medeniyetinden koparıp Batı medeniyetinin bir parçası yapmayı amaçladığını, bunun dış politikaya yansımasının ise Osmanlı bakiyesi topraklara sırtını çevirmek olduğunu söylüyordu. İşte şimdi yapılması gereken Türkiye’yi yeniden İslam medeniyetine döndürmek ve buna uygun bir dış politika izlemekti: Türkiye Osmanlı mirası topraklarda aktif bir dış politika izleyerek büyüyecekti.
Yeni-Osmanlıcılığın teorisyeni Davutoğlu olsa da, bunu kitlelere taşıyabilecek, pratiğe dökebilecek isim popülist bir siyasetçi olan Tayyip Erdoğan’dı. Kendi kuşağından bütün İslamcılar gibi Cumhuriyet’e ve Atatürk’e hep mesafeli durmuş olan Erdoğan, Osmanlı’nın yeniden diriltebileceğine ve hatta kendisinin sultan-halife olabileceğine inanıyordu.
Arap Baharı sürecinde Tunus, Mısır, Libya ve Suriye gibi Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütünün iktidara gelmesi ya da etkisini artırması Erdoğan ve Davutoğlu’nu “İhvan rejimleri kuşağı“nın lider ülkesi olmaya ve Osmanlı’yı yeniden diriltmeye heveslendirdi. Bunun için sınırlar dünyanın dört bir yanından gelen cihatçılara açıldı, ABD’yle birlikte eğitim kampları kuruldu ve Körfez Monarşilerinin finansal desteğiyle burada yetiştirilen militanlar Esad’ı devirmeleri için Suriye’ye sokuldu.
Son dönemde ABD ve Batıyla ilişkilerin bozulmasıyla birlikte, Esad’ın müttefikleri Rusya ve İran’la konjonktürel ve taktik icabı bir yakınlaşma yaşanıyor olsa da, Erdoğan “katil ve terörist“ demeye devam ettiği Esad’la herhangi bir müzakereyi reddediyor. Bu durum, söz konusu ittifakın kalıcı olmaktan ziyade konjonktürel/pragmatist bir nitelik taşıdığını ve Esad’ı devirmeye yönelik yeni bir süreç başlarsa AKP’nin de kolaylıkla o sürece angaje olabileceğini gösteriyor.