“Absürt bir oyun yazdım, hayatım yazdığım oyundan daha absürt oldu“ diyen Meltem Arıkan ile eşini kaybetmesinin ardından yaşadığı dönüşümü, kadın olmanın anlamını, Gezi'yi ve 8 Mart'ı konuştuk.
Meltem Arıkan, „Türkiye’de kadın olmayı anlatabilmek“ için dokuz roman kaleme almış bir yazar. “Yeter Tenimi Acıtmayın“ adlı romanı “müstehcen“ bulunduğu gerekçesiyle 2004 yılında yasaklandı. Gezi öncesi kaleme aldığı “Mi Minör“ adlı oyunu nedeniyle de, darbeye teşebbüs ettiği iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılanıyor. Türkiye'de hakkında yakalama kararı var.
Halihazırda Britanya’da yaşayan yazarla, Gezi sürecini ve sonrasını konuştuk. Ona „nasıl tecavüz edeceklerini anlatan mailler“ aldığını söylüyor yazar ve hayatına son vermeyi bile düşündüğünü. Ama hiçbir şey son bulmuş değil, tam tersine… Meltem Arıkan Britanya’da kendine yeni bir hayat ve yazın dünyası kuruyor: “Kırılmışlıklarımdan bir bütünlük kurmak yerine, her şeyi paramparça edip kendimi yeniden keşfetmeye cesaret ettim.“
taz.gazete: Gezi’den önce yazdığınız ve sonrasında Gezi ile ilişkilendirilen “Mi Minör“ oyunu nedeniyle ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanıyorsunuz. İddianamede akıl almaz suçlamalar yer alıyor. Böyle suçlamalarla karşılaşmış olmak sizi nasıl hissettiriyor?
Meltem Arıkan: Absürt bir oyun yazdım, hayatım yazdığım oyundan daha absürt oldu. Bunun er ya da geç başıma geleceğini beklememe rağmen yine de şaşırdığımı itiraf etmek isterim. Yapılan ithamlar o kadar akıl dışı ki… Ortada somut, gerçek hiçbir delil yok; zaten olması da imkansız. Ben ne söyleyebilirim? Kime neyi, nasıl anlatabilirim? Gerçekten bu müthiş bir çaresizlik ve onun yaratığı suskunluk…
Gezi ve sonrasında yaşadıklarınızı biraz anlatır mısınız? Yaşadıklarınızın ardından Türkiye'yi terk etme kararını nasıl almıştınız?
Gezi sonrasında maruz kaldığımız haksız suçlamaların ardından aldığımız tehditler, yapılan tacizler, nasıl tecavüz edeceklerini anlatan mailer almam nedeniyle zaten özel korumalarla yaşamaya başlamıştım. Bu yeterince ağırdı. En son insafsızca “Bu kadını tanıyın“ diyerek beni din düşmanı olarak gösteren yayınlar yapıldı. Bunun ardından Türkiye’de kalmak benim için imkansız olmuştu, ben de gittim.
Gezi'den iki sene sonra, 2015 yılında başka bir ülkede, sıfırdan yeni bir hayat kurmanın zorlukları ile uğraşıyordum. Nisan ayında evlendim. Mayıs ayında eşim beyin kanseri oldu. Kendisi Türkiye’de yaşıyordu. Onun hastalığı süresince “ne olacaksa olsun“ diyerek Türkiye’ye gidip geldim. Ta ki meşhur darbe girişiminden sonra yayınlanan ve bugünkü suçlamaları da içeren yeni bir „belgesel“ yayına çıkana kadar. O belgeselden sonra tekrar Türkiye’ye gidemediğim için eşimin cenazesine bile katılamadım. Galiba hayatımdaki esas dönüşüm bu sürecin ardından yaşandı. O dönemde gerçekten pek çok kez hayatıma son vermeyi düşündüm. Annemi yedi yaşında kaybettiğim için ölüm hiçbir zaman korktuğum bir son olmadı. Sadece çok sevdiğim bir adamı değil, maddi manevi her şeyimi, en önemlisi insanlara olan güvenimi, yaşama olan inancımı da kaybetmiştim.
Anlattıklarınız kulağa korkunç geliyor… Bu dönemi nasıl atlattınız? Yaşadıklarınız, yazın hayatınıza ne şekilde yansıdı?
O süreci her gün 5-6 saat tek başıma ormanlarda yürüyerek aştım. O yürüyüşler benim içimde müthiş bir değişim yarattı. Sanırım bir kadın olarak ilk defa kendi bütünlüğümü yakalayabildim. İlk defa kendim için, kendimle birlikte yaşamayı hayata geçirebildim. Kırılmışlıklarımdan bir bütünlük kurmak yerine, her şeyi paramparça edip kendimi yeniden keşfetmeye cesaret ettim. Bunun ilk izlerini o dönemin hemen ardından yazdığım romanım “Tek Bildikleri Aşktı“da görmek mümkün. Diğer romanlarıma göre dilim son derece yumuşamış ve duygusallaşmıştı. Bir yazar olarak yazım tarzım daha az kurgu, daha çok yaşanmışlar içeren bir biçeme evrilmeye başladı. Önceden insanlara bir şeyler anlatmak , onları değiştirmek gibi „yüksek“ emellerim vardı. Yaşadığım bu dönüşümden sonra artık sadece paylaşmak için yazıyorum. Acıları, duyguları, sevinci, kederi… Belki de paylaşabilirsek tüm duygularımızı o zaman gerçekten anlayabiliriz birbirimizi… İnanın düşündüğümüz kadar farklı değiliz.
Sizinle biraz da Gezi ve kadınlar üzerine konuşmak istiyorduk. Kadınlar Gezi direnişinin en önemli sembollerini yarattılar. Buradan yola çıkarak kadın hareketinin, Gezi direnişindeki yeri ve önemine dair ne söyleyebilirsiniz?
20 yıl boyunca dünyada bir değişim olacaksa bunun ancak kadınlar tarafından yapabileceğine inandım. Bunu her yazımda, her söyleşimde, her konuşmamda dile getirdim. Son yıllarda dünyada bir değişim olacağına inancımı ne yazık ki kaybettim ama eğer bir gün bir mucize olur ve değişim başlarsa bunu yine kadınların yapacağından hiç kuşkum yok… Gezi direnişinde kadınların her şeyi ne kadar çabuk değiştirebildiği, dönüştürebildiği, evriltebildiğine şahit olundu. Bence bu yüzden de çok korkutucuydu. Bu yüzden de özellikle kadınlar, anneler, teyzeler acımasızca eleştirildi…
Kadınlar da o günlerde kendi güçlerini fark etmeye başlamışlardı. O nedenle de Gezi’yi hiç unutamıyorlar ve Gezi’den çok korkuyorlar. Kadınların kendi iradelerini kullanarak, erkeklerin izni olmadan bir şeyler yapıyor olabilmeleri, „hayır“ diyebilmeleri, söz istemeleri onlar için korkutucu. Biat kültürü içinde bunu anlamak ne yazık ki imkansız olduğu için ısrarla Gezi’nin birileri tarafından organize edildiğine inanılmak isteniyor.
Gezi'den bu yana giderek artan güvenlik politikalarından ötürü toplumsal muhalefetin sokakta görünürlüğü azalırken, 8 Mart yürüyüşlerine katılım da giderek artıyor. Sizin için 2019'un 8 Mart'ı ne ifade ediyor?
Ülkede yaşamayan biri olarak Gezi’deki feminist grupların o günlerde yaptıklarının Türkiye kadın hareketine yansıyıp yansımadığı sorusuna yanıt verme hakkını kendimde bulmuyorum. Uzakta yaşarken kimi zaman ahkam kesmenin çok kolay olduğunu biliyorum. Ayrıca içinde olmadığım bir gerçeğin nasıl olması gerektiği konusunda konuşmayı da kendimde hak görmüyorum.8 Mart’la ilgili kadınların attığı tweetleri, yazdıklarını, yapılacak yürüyüşü takip ediyorum ancak o yürüyüşleri bile tweet edeyim mi etmeyeyim mi diye düşünüyorum.
Çünkü ben uzaktayım, çünkü uzaktan konuşurken hiçbir sorumluluğum yok. Oysa o yürüyüşe gidenler pek çok riski göze alarak gidiyorlar. Ben eğer onlarla kol kola olamıyorsam orada, buradan hadi kadınlar yürüyüşe gidin, hadi kadınlar direnin diyemiyorum.. Bu sözlerin Türkiye'deki korku kültürüne katkı sağlayacağını düşünüp bana kızanlar olacağını da biliyorum. Ancak bu sözlerimin arkasındayım.
Ancak çok iyi biliyorum ki Türkiye’de hala pek çok kadın hayatlarını tehlikeye atarak kadın hareketi adına, kadınların hayatta kalması adına çok cesurca kimi zaman inanılmaz şeyler yapıyorlar… Kadınların çok kızgın olduğunu görüyorum, kadınların yavaş yavaş canlarına tak ediyor bunun da çok farkındayım… Kadın ölümleri gün geçtikçe artarken, kadının biat etmesi-ettirilmesi temel bir politika haline gelmişken tabii ki 2019’un 8 Mart’ı çok önemli. Biliyorum ki orada olsaydım yine yürüyenlerin yanında olurdum.
Türkiye’de kadın olmak ile Britanya'da kadın olmak arasında bir fark var mı?
Türkiye’de kadın olmayı anlatabilmek için tam 9 roman yazdım. Önce aykırı, ardından yasaklı yazar oldum. Kadın olmak hiçbir yerde kolay değil ne yazık ki. Kadın olmak her yerde problemli sadece problemin ölçeği değişiyor. Ama „şurada kadın olmak harika“ denebilecek, en azından benim bildiğim bir yer yok bu dünyamız üzerinde.
Genel olarak dünyada da kadın olmak; en çok mutsuz olmak, idare etmek, miş gibi yapmak, isteyememek, yetinmek, susmak anlamına geliyor. Çok uzun yıllar ben bile kadına hüznün çok yakıştığına inanmıştım. Sonra bir gün niye kadına hüzün yakışıyor ki, neden hüznü bu kadar kolay kabul etmişim diye düşündüm… Bence kadın olmak her kadının kendi tanımını bulması gereken bir süreç. Bu süreçte galiba en önemli olan mutlu olabilmek ve kahkaha biriktirmeyi öğrenmek çünkü bence değişim, kahkaha atmaya cesaret etmekle başla. Ayrıca artık kadına hüznün değil en çok neşenin yaraştığını düşünüyorum.
Kaleme aldığınız “Enough is Enough“ ve “Y Brain/ Kargalar“ oyunlarından da biraz bahseder misiniz?
Enough is Enough bizim Britanya'da yaptığımız ilk oyundu. Son oyunumuz ise yukarıda sözünü ettiğim Y Brain / Kargalar. Enough is Enough’ta doğudan gelen bir ekip olarak bizler batıda yaşanan olayları ortaya koyduk. Bu en azından Britanya'da pek alışılagelmiş bir durum değildi. Enough is Enough’la sadece bütün Galler’i dolaşmakla kalmadık ayrıca Londra’da iki gösteri yaptık ve geri dönüşler bizi çok mutlu etti. Her ne kadar oyunun dili seyirciye biraz sert geldiyse de aradaki müzikler, oyuncularımızın olağanüstü performansı ile bence izleyen herkesin aklında ya da kalbinde yer eden bir oyun oldu.
Y Brain / Kargalar ise yine yukarıda anlattığım yürüyüşler sırasında Mehmet Ali’nin (Alabora) “O yürüyüşlerde ne oluyor? Ben bunun oyunu yapmak istiyorum. O yürüşlerde aklından tüm geçenleri sansürsüz yazar mısın?“ demesiyle ortaya çıktı. Dünyanın ilk Galce-Türkçe oyunu olan Y Brain/ Kargalar'ın Galler turnesini Şubat ayında yaptık. Şimdi heyecanla 19-20 Mart Londra ve 23 Mart’ta da Cambridge’de sahnelenecek olan Y Brain/ Kargalar oyununu bekliyorum.