Türkiye 155 yıl önce de sığınmacıların denizde hayatını kaybetmesine sahne olmuştu. 19. yüzyılın sonunda kurulan Çerkez köyü İlkkurşun'a bir ziyaret.
İzmir'deki Basmane Garı’ndan kalkan ve Ödemiş'e doğru giden tren, zeytin ağaçları ve üzüm bahçeleri arasından yapılan iki saatlik yolculuğun ardından bir Çerkez köyü olan İlkkurşun'a varıyor. 21 Mayıs 1864 tarihinde Çarlık Rusyası tarafından topraklarından zorla göç ettirilen Çerkezler, Anadolu'ya gelmelerinin ardından 1879 yılında bu köyü kurmuş.
İstasyondan çıkınca çam ormanları içerisinden giden yol, üç tepenin ortasına kurulmuş köyün daracık, tertemiz sokaklarına çıkıyor. Her evin kendine has çiçek bahçesi var. Baharla birlikte saksıların, eski demliklerin, tencerelerin içindeki renk renk çiçekler açmaya başlamış. Kadriye Tekir, bahçesinde saksıların toprağını değiştirip, yeni boyanmış beyaz duvarın dibine diziyor. Bunu her yıl yaptığını, doğanın insanı ayakta tuttuğunu söylüyor. „Daha gencim“ derken gülüyor ve ekliyor: „Buralarda kimse 90’ından önce ölmez.“
Tekir Türkiye'de doğduğunu ve büyüdüğünü, Türkiyeli olduğunu söylüyor. Yine de zaman zaman büyüklerinin hiçbir zaman görmediği ana yurtlarını anlattıklarını hatırladığında hüzünlendiğini dile getiriyor. Zaman zaman bir şarkı mırıldanıyor. Bu, bir Çerkez halk oyununun türküsü: Adige Qafe. Ödemiş şivesiyle konuşan Tekir, televizyon dizileri yüzünden insanların Qafe adlı oyunlarının bir aşk hikâyesi olduğunu sandığını söylüyor. Halbuki bu doğru değil. Hikâyenin aslını anlatmaya başladığında gözlerine yaşlar doluyor: “Atalarımız o müzik eşliğinde vatanlarını terk etmişler. Sonra da bunu bir halk oyununa dönüştürmüşler. Savaşlar sürüyor. İnsanlar yurdundan atılıyor. İzmir’e gidin, Basmane'de o insanların haline bakın. Ayıp değil mi, yazık değil mi?“
İzmir’in Basmane semti Suriye savaşının başladığı 2011'den beri, çoğunluğunu Suriyelilerin oluşturduğu sığınmacıları barındırıyor. Sayıları üç milyondan fazla olan Suriyeliler de, artık bu topraklara savaşlarla göçen ve günümüzde sayıları 2-3 milyon arası olan Çerkezler gibi Türkiye’nin kültür mozaiği içinde yer alıyorlar. İlkkurşun'da yaşayan Çerkezler de zorlu bir yolculuğun ardından bu topraklara gelmişler.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nün Osmanlı Belgelerinde Kafkas Göçleri isimli çalışmasına göre İlkurşun'un kurucuları, Kuzey Kafkasya'nın halklarından Adigelerin Şapsığ boyundan gelen insanlar. Rusya'nın Kafkaslardaki işgal savaşını kazanmasının ardından başlayan Çerkez Sürgünü'yle ilk olarak Bulgaristan ve Romanya'ya göç eden Çerkezler, 1877-1878 yıllarında (93 Harbi) ile bir kez daha, Türkiye'nin güney batısındaki Fethiye'ye yerleştirilmişler. Yazın sıcak geçmesiyle 100'e yakın insanın ölmesinin ardından, 1879 yılında Küçük Menderes deltasına taşınan Çerkezler, şimdi ismi İlkkurşun olan köyü kurdular.
İlkkurşun, bugünkü ismini Kurtuluş Savaşı döneminden alıyor. Savaş sırasında İzmir'e çıkan Yunan ordusuna karşı ilk mücadelelerin başladığı topraklar olarak biliniyor. Bu mücadeleye kadar ismi Hacı İlyas olan köy, savaşın ardından İlkkurşun olarak değiştiriliyor. 1925 yılındaysa köyün girişindeki çamlık alana “İlkkurşun Anıtı“ dikildi.
Köyün meydanında etrafı ağaçlarla kaplı bir köy kahvesi ve hemen karşısında, altında kocaman harflerle, “Ne mutlu Türküm diyene“ yazan bir Atatürk büstü bulunuyor. Kahvenin içinde de Türk bayrağı ile birlikte 12 yıldızlı Çerkez bayrağı asılı. Ortalarında göçenlerin yanlarında getirdiği keçi kılından yapılmış “yamçı“ denilen, soğuktan koruyan bir kürk var. Bu, aynı zamanda yeri geldiğinde savaşlarda kalkan olarak da kullanılan geleneksel bir Çerkez sembolü.
Köy kahvesinde toplanmış bir grup köylü, hararetli bir şekilde Çerkezce konuşuyorlar. Muhtar Muammer Özer, tartıştıkları konunun Suriye’den göç etmek zorunda kalan sığınmacılarla ilgili olduğunu açıklıyor. „Savaştan kaçıp gelenin başımız üzerinde yeri var.“
Kendisi emekli bir din kültürü öğretmeni olan 68 yaşındaki Mahmut Akın, çoğunlukla İzmir olmak üzere Türkiye'nin çeşitli kentlerinde öğretmenlik yapmış. Yaşına göre sağlıklı ve dinç görünüyor. Çerkez kültürüne, dilline ve köyün tarihine hakim olduğunu söylüyor. Kendisine büyükleri tarafından anlatılan trajik hikâyeleri anımsıyor: “Gemilerle Karadeniz üzerinden Anadolu’ya gelmeye çalışan Çerkezlerin neredeyse yarısı yaşamını yitirdi. Bir milyona yakın kişi öldü.“
Türkiye, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi'nin Çerkez göçüne ilişkin bilgilerine göre aralıklarla süren göç Anadolu’nun demografik yapısını etkiledi. Birinci Dünya Savaşı'na kadar 2,5 milyon kişi yurdundan ayrılmak zorunda kaldı. Yaklaşık bir milyon civarı Çerkez göç sırasında hayatını kaybederken, bir milyon kadarı da Türkiye topraklarında yaşamaya başladı. Yaşananlar, birçok tarihçi tarafından bir soykırım olarak adlandırılıyor. Çerkez sürgününden 65 yıl sonra, 1929’da araştırma için Kafkasya’ya giden Gürcü tarihçi Simon Canaşia’nın karşılaştığı 91 yaşındaki bir adam o günleri şöyle anlatmış:
“Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış insan kemikleri vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem.“
Zamanlar farklı, hikâyeler benzer
Suriye’deki savaşının en yoğun döneminde, Basmane’deki pek çok dükkanda, Avrupa’ya deniz yolu ile geçmek isteyen sığınmacılara kalitesiz can yelekleri satılmaya başlanmıştı. Bunları giyerek, kaçak geçiş yapmaya çalışan pek çok Suriyeli, botların alabora olması sonucu boğulup kayboldu; hâlâ da kayboluyorlar.
Mahmut Akın’a göre zamanlar farklı olsa da hikâyeler benzer: “İnsan tacirleri bizim sürgünümüzü de fırsat bildiler. Atalarımızı gemilere aldılar. Daha çok para kazanmak istiyorlardı, bu nedenle onları Karadeniz’e döktüler. Böylece daha çabuk limana dönüp, daha fazla insan kandırdılar. O gün bugündür neslimizi tüketen, atalarımızı yiyen balıkları bizler de yemiyoruz.“
Çerkezler sadece Karadeniz’de boğulmadılar. Yılın en sert zamanında neredeyse tamamen gıdasız kalan, tifüs ve çiçek salgınıyla hayatlarını kaybettiler. Karaya ulaşabilenlerin büyük bir kısmının Trabzon limanına bırakıldığını ve o dönem insanların açlıktan öldüğünü söyleyen Akın, “Nüfus aniden artınca bir de buna dil bilmezlik ve kıtlık da eklenince fırıncılar fırınlarını kapatıp yaylalara çıkmışlar. Dedelerimiz dertlerini dahi anlatamadan ölmüşler.“ “
Yaşananlar Çerkezler için geride kaldı. Sürgün ve ölümün acısı hala akıllarda olan köyde bugün ise asimilasyon endişesi var. “Artık Türkiyeliyiz“ diye sürdürüyor Akın, “Yine de önemli sıkıntılarımız var.“ diye anlatıyor. Osmanlı’dan beri asimilasyonun sürdürdüğünü ifade ediyor: „Okullarımızı açma şansı hiçbir zaman verilmediği gibi ana dilde eğitim de şartsız ve kotasız olarak serbest bırakılmadı.“
Bu nedenle Çerkez kültüründen kopmalar oluyor. Türkiye'de Kafkas Dernekleri Federasyonu şemsiyesi altında 50'den fazla Çerkez derneği bulunuyor. Akın, dernekler olsa da faaliyetlerinin yeterli olmadığını söylüyor. Köyde birkaç kuşak önce herkesin Çerkezce konuştuğunu, bugün ise genç nesillerden Çerkezceyi bilen olmadığını ifade ediyor.
Akın'a göre Çerkez dili, doğa ile insanın birliğinden ve barıştan ibaret. „Çerkezcede bir atasözü vardır,“ diye bitiriyor sözlerini: “Dünya hayatında çok acele eden de etmeyen de en sonunda, ölümde bir araya gelir. Çerkezlerin başkalarının toprağında hiçbir zaman gözü olmadı. Biz savaş istemiyoruz. Bu yüzden bizim temel felsefemiz ölümden sonra, ana yurdumuzda tekrar bir araya gelmektir.“