Ekonomist Ümit Akçay ile Türkiye ekonomisinin durumunu, otoriterleşen iktidarın küresel piyasalarla kurduğu ilişkiyi ve muhalif partilerin önerdiği modelleri konuştuk.
taz.gazete: Türkiye'deki ekonomik kriz üzerine yapılan tartışmalar uzun bir süredir devam ediyor. 2019 sonu itibarıyla ekonominin geldiği nokta nedir?
Ümit Akçay: İşsizlik yüzde 14 seviyesinde. Sadece 2018-2019 döneminde ekonomik hayatın dışına itilen 7 buçuk milyon insan var. Bu işsizlik seviyesinin yükselmemesi için ekonominin 2020’de yüzde 4 buçuk veya 5 oranında büyümesi gerekiyor, ancak en iyimser tahminler bile yüzde 3’lük bir büyüme öngörüyor. Öte yandan genç işsizliği yüzde 25 seviyesini aşmış durumda. Bunun ne tür sonuçlar yaratacağını öngörmek zor, zira bu türden, geçici olmayan bir kitlesel işsizlik durumu AKP tarihinde ilk kez gerçekleşiyor. 2020 yılında AKP bu durumla ve bunun sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalacak. Bir IMF programına mecbur kalmadığı için şimdiye kadar sosyal yardım programlarını sürdürebilmesi ve kamu harcamaları ile piyasada akış yaratması mümkün oldu.
Koşullara rağmen Erdoğan’a verilen halk desteğinin sürdüğünü söyleyebilir miyiz?
AKP'nin yaptığı önemli hamlelerden biri, alt sınıfları ve emekçi kesimi finansal sisteme dahil etmiş olması. Bireysel borçlanma olanakları yaratılıp çeşitlendirilerek en yoksul kesim finansal sistemin içine çekilmiş oldu. Bugün geliri asgari ücretin altında olanlar dahi borç sisteminin içinde. Toplam bireysel borç miktarının üçte ikisi, geliri beş bin liranın altında olan kesime ait. Bu sayede çalışanın reel ücreti artmamış dahi olsa, borçlanarak harcama yapabildiği için bir refah hissi içerisine girebiliyor. Bunun da ötesinde bu genel borçluluk durumu insanlardaki siyasi istikrar talebini arttırıyor.
Siyasi istikrarın bozulması ve bunun sonucu olarak faizlerin yükselmesi ve bireysel ekonomik durumun daha da bozulması insanları ürkütüyor. Bu durum, yani siyasi istikrar talebinin artması, her zaman iktidardaki partiye yarar. AKP bunu iktidarını konsolide etmede etkili biçimde kullanıyor. 2018-19 döneminde faizler yüksek olduğu için bu olanak daralmıştı ancak son küresel parasal genişleme ile beraber faizler düştü. Ekonomi yönetimi şu an kamu bankalarının desteğiyle bu mekanizmayı diri tutmaya çalışıyor. Tabi burada şöyle bir risk var: 2020’de büyüme oranı yüzde 3 veya altında bir oranda gerçekleşirse, yani durgunluk devam ederse bankaların batık kredi sorunları daha da büyüyecek.
Türkiye ekonomisi 2018'in son çeyreğinden beri süren daralmanın ardından bu yılın üçüncü çeyreğinde yeniden büyüdü. Bu veri öngörülen krizin beklenildiği kadar yıkıcı olmadığı anlamına mı geliyor?
2019'un son çeyreğindeki yüzde 0.9 pozitif büyümeyle ekonomik daralmanın aşıldığı varsayılıyor. Türkiye’nin birikim modeli uluslararası sermaye girişlerine bağlı olduğu için ve 2019’da ABD ve Avrupa ekseninde finansal bir genişleme söz konusu olduğu için bu durum Türkiye'deki krizin üç çeyreklik daralma ile atlatılmasına yardımcı oldu. Fed'in faizleri indirmesi ve Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın da negatif faiz seviyesine inmesi sermayenin gelişmekte olan ülkelere akması için önemli bir sebep.
Bu dinamikler gerçekleşmeseydi Türkiye ekonomisi çok daha sert bir daralma yaşayacaktı. Öte yandan daralmadan çıkılmasında kamu harcamalarındaki artışın da payı var. Özellikle özel bankaların riskli bulup kredi vermedikleri durumlarda kamu bankaları devreye girdi ve kredi genişlemesi yaşandı. Bu da hanehalkı harcamalarının artmasını sağladı. Son üç ayın ekonomik göstergelerinin arkasında bu iki neden yatıyor.
AKP’nin bu krizi atlatması halinde ortaya çıkabilecek olan ve “otoriter konsolidasyon“ adını verdiğiniz süreç sizce nasıl işleyecek? Bu durum özellikle yabancı yatırımlar açısından ne anlama gelecek?
Krizin atlatılması halinde AKP’nin sunduğu modelin kendisini bir başarı modeli olarak sunup kurumsallaşması ihtimali var. Öte yandan ekonominin demokrasi ya da hukukla ilişkisine dair sabit ve tek boyutlu bir model yok. Eğer yabancı yatırımların ön koşulu hukuk devleti ilkesinin işlerliği olsaydı dünyada sadece kısıtlı bir coğrafi alanda yatırım yapıldığını görmemiz gerekirdi.
Ancak biliyoruz ki sermaye dünyanın birbirinden çok farklı bölgelerindeki çok farklı siyasal rejimlere gidebiliyor. Her gittiği yerde oranın koşullarına uygun stratejiler geliştirip pazarlıklara girişebiliyor. Pek çok durumda, bütün bir bürokratik sistem yerine tek bir otoriter odak ile muhatap olmak firmaların işlem maliyetlerini azaltabiliyor. İşçilerin hak talepleri söz konusu olduğunda otoriter rejimin bunları bastırma kapasitesi sermayenin işine gelebiliyor. Kimi durumlarda otoriter lider de ancak ekonomik büyüme olursa iktidarda kalabileceğini biliyor.
Öyleyse Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Batı ile kurmuş olduğu ekonomik bağlar hala güçlü mü?
Evet. Bir yandan elindeki göçmen kartını oynamayı da biliyor. Kendi pozisyonunu, 'too big to fail’ durumda olduğunu biliyor. Örneğin 2018’de ABD ile Türkiye arasında sorun çıktığında ve döviz krizi yaşandığında Alman hükümeti Türkiye’ye destek oldu ve ikili bakanlar zirvesi düzenlendi. Üstelik bunlar ön planda Türkiye’nin insan haklarına ilişkin tavrı, gazeteci Deniz Yücel’in tutukluluğu gibi durumlar tartışılırken gerçekleşti. O anlamda Volkswagen’in Türkiye’de yatırım yapmayı planlamasında da şaşırtıcı birşey yok. Mercedes de geçen sene Rusya’da yatırım yaptı.
Söylediklerinizden anlaşılan, Erdoğan’ın giderek otoriterleşmesi ile ekonominin giderek kötüleşmesi arasındaki ilişkinin o kadar da doğru orantılı olmadığı.
Muhalif siyasi ve iktisadi aktörler arasında krizin nedenlerini otoriterleşmeye bağlamak çok yaygın bir düşünce. Bu görüşteki pek çok kişi, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi ile birlikte piyasaların Türkiye ekonomisine olan güvenlerinin kaybolduğunu, hukuk devleti ilkesinin aşınması yüzünden yabancı yatırımların ülkeden çıktığını dile getiriyor. Bu bakış açısına göre Erdoğan yönetimi varlığını sürdürdükçe krizin çözülme olasılığı da yok. Ancak geçmişe dair veriler bunu bu kadar net biçimde söylemeyi zorlaştırıyor.
2013'ü otoriterleşmede dönüm noktası olarak alırsak, o dönemden başlayarak 2018'e kadar doğrudan yabancı sermaye yatırımların azalmadığını görüyoruz. Yıllık 8-10 Milyar Dolar tutarında doğrudan yabancı yatırım halen devam ediyor. Bu yatırımların kalemleri değişmiş olabilir. Örneğin konut fiyatlarındaki ucuzlamanın sonucu olarak yabancı yatırımcıların konutlara yönelmiş olması mümkün. Ancak toplamda -kriz dönemi olan 2018-19 aralığı hariç- toplam yatırım oranı azalmadı.
AKP içinden çıkan yeni oluşumlar, ekonomiye dair köklü bir değişim getirme iddiasındalar. Uzun yıllar Ekonomi Bakanlığı yapmış olan Ali Babacan bu noktada yeni bir şey önerebilir mi?
Ali Babacan açık olarak 2001 sonrası programın restorasyonunu savunuyor. İçerik olarak bu program, bağımsız düzenleyici kuruluşların ve merkez bankası bağımsızlığının etkisiyle liranın güçlenmesini öngörüyor. Burada sorun şu ki, yakın döneme damgasını vuran kriz tam da bu modelin sonucuydu. Şöyle anlatalım: Lira döviz karşısında güçlü olunca ithal mal almak, o malı imal etmekten daha ucuz hale geldi. Yerli üretimin maliyetler açısından yurtdışı ile rekabet edemediği bu durum 15 yıl devam edince üretim ve genel olarak sanayinin milli gelir içindeki payı azaldı. İthalata odaklanmak cari açığın artmasına neden oldu. Son olarak dövizle borçlanma oranı yükseldi. Liranın istikrarını kaybetmesi borçlanmada ciddi bir yük yarattı. Şimdi Babacan’ın önerdiği şey bu programa geri dönüş. Bu paketle aynı problemleri yeniden yaratmadan mevcut krizin nasıl aşılabileceğine dair bir bilgi de yok.
Peki ya diğer muhalif partiler?
CHP’nin gerçek bir alternatif ekonomik programı yok. İngiltere’de Jeremy Corbyn örneğinde gördüğümüz kapsamlı bir model değişikliği önermiyor. Sadece mevcut sistemi daha iyi ve daha liyakatli yöneteceğini söylüyor. Liyakat ise şu an için alt sınıfların öncelikli sorunu değil. HDP otonomi üzerine kurulmuş modeller üzerinde çalıştı ancak şu anki baskı rejimi içinde bunları hayata geçirme şansı yok.