İstanbul Havalimanı, 6 Nisan'dan itibaren tam kapasite hizmet vermeye başlıyor.
taz.gazete, İstanbul Havalimanı'nı mercek altına aldığı dosyada bu projenin insanlar, çevre ve ekonomi üzerindeki etkilerini inceliyor.

Daha fazla okumak için:
taz.atavist.com/istanbul-havalimani

Aslı Erdoğan: „Türkiye’de kadınların ciddiye alınmayışı bu rejimle başlamadı“

„Linç, zamanımızın alamet-i farikası“

Hakkında 9 yıl hapis cezası istenen yazar Aslı Erdoğan artık Berlin'de yaşıyor. Erdoğan ile Avrupa'daki hayatı, Türkiye'deki davası ve linç kültürü hakkında konuştuk.

ERK ACARER, 2020-02-05

Yazar Aslı Erdoğan, 2016 yılında Özgür Gündem gazetesiyle dayanıştığı için dört buçuk ay cezaevinde kalmıştı. Ocak ayında savcının „terör örgütü propagandası“ suçlamasıyla hakkında dokuz yıl hapis cezası istediği Aslı Erdoğan, 2017 yılından beri Türkiye'den uzakta yaşıyor. Kısa süre önce Berlin'e yerleşen Erdoğan ile Avrupa'daki hayatı, Türkiye'deki davaları ve linç kültürü hakkında konuştuk.

taz.gazete: İki yıldan uzun bir süredir Türkiye’den uzaktasınız. Buradan bakınca Türkiye'yi nasıl görüyorsunuz?

Aslı Erdoğan: Burada yaşadıkça ister istemez Avrupalılaşıyorsunuz. Biraz duyarsızlaşıp, biraz da ülkede olanlara daha fazla şaşırmaya başladım. Dehşet duygusu ile baktığım, inanamadığım zamanlar var. Oradayken hissedilen alışma perdesi kalktı sanırım. Ancak beni en çok umutsuzluğa sevk eden ve acıtan şey, devletin bireyle olan ve hiçbir dönem değişmeyen ilişkisi. Devlet hep baskıcı, hep zorbaydı. Ama bu dönemin sorunları diğer dönemlerle, 12 Eylül’le dahi karşılaştırılamaz. İktidar değişse bile Türkiye’de işlerin yoluna gireceğine inanmıyorum. Hukuk sistemi bu kadar pespayeleşmişse, düzelmesi de on yıllar alır.

Ne kadar zamandır Berlin’de yaşıyorsunuz?

Henüz çok yeni, Ocak ayının ilk haftasından beri. Daha önce Frankfurt’taydım. Uluslararası Yazarlar Birliği’nin (PEN) bir bursu ile Berlin’e geldim. Aslında Ekim’de burada olacaktım ama sağlık problemleri ile uğraştım, ciddi bir operasyon geçirince taşınmam ertelendi. Henüz her şey yarım. İşlerimi yoluna koyamadım. Henüz Berlin’de yaşamın nasıl olduğunu pek anlayamadım.

Burada kendinizi güvende hissediyor musunuz?

Elbette hayır. Türk devletinin hedefine konmuş birinin kendini güvende hissetmesi mümkün değil. „Mucizevi Mandarin“ isimli öykü kitabım Luk Perceval tarafından Mozart'ın „Saraydan Kız Kaçırma“ operasına uyarlandı. Prömiyeri için Cenevre’de bulunduğum süre boyunca zırhlı araçla dolaştırıldım. Kaldığım otelde, odadan kahvaltıya bile korumayla indirildim. Frankfurt’ta da koruma altında olduğum belli dönemler oldu. Ama korku sınırını da çoktan geçtim. Dövmüşler, öldürmüşler umurumda değil. Zaten ağır sağlık sorunlarım var. Ölüm duygusuyla çok barışığım. 22 yaşından beri intiharı arka cebimde taşıyorum. Hayatı sevmeyi ya da onunla uzlaşmayı hiçbir zaman başaramadım. Ama hayatın kutsallığını biliyorum. Tüm bunlar yüzünden aynı kolaylıkla, o tarafta ya da bu tarafta olabilirim. Hissettiğim başka türden bir korku. Daha çok “Bana bu yapılıyorsa, milyonlarca kişiye neler yapılmaz ki?“ hissi.

Ekim ayında verdiğiniz bir röportaj, „Türklere Kürtlerden nefret edilmesi öğretiliyor“ başlığıyla basıldı. Ardından pek çok tepki ve tehditle karşılaştınız. Neler yaşadığınızı anlatır mısınız?

İtalya'da La Repubblica gazetesinde yayımlanan röportajdan sonra herhangi bir tepki gelmedi. Esas problemi bundan bir hafta sonra, aynı röportaj Le Soir gazetesinde yayımlandıktan sonra yaşadım. Başlık ve arada kalın puntolarla kullanılan ifadeler bana ait değildi. Ne “Türklere okula başlar başlamaz Kürtlerden nefret edilmesi öğretiliyor“ dedim, ne de “HDP hariç, CHP de dahil olmak üzere parlamentodaki tüm siyasi güçler 'terörist’tir“ ifadesini kullandım. Le Soir hemen özür diledi ama Türkiye basını bunu dikkate almadı. Bana yönelik bir linç kampanyası başlatıldı.

Peki gerçekte ne demiştiniz?

Türkiye’deki eğitim sisteminin şoven ve milliyetçi olduğunu söyledim. “CHP de dahil olmak üzere parlamentodaki tüm siyasi güçler, Kürt kurumlarını terörist gibi nitelendirme eğilimindedirler“ dedim. Çeviri hatası olabilir. Çok fazla takılmıyorum. Zaten çok kısa bir röportajdı. Sonuçta söylediklerimden değil söylemediklerimden yargılandım. Linç, tam da içinden geçtiğimiz zamanların alamet-i farikası. Tepenin, topluma yansıması. Faşizan rejimler linç ya da ihbarcılık gibi eğilimleri beslerler. Artık şiddetin en korkak türü olan linçle karşı karşıyayız. Türkiye bir cinnet haline sürüklendi.

2016 yılında Özgür Gündem gazetesi için yazdığınız yazılar nedeniyle hakkınızda dokuz yıl hapis cezası isteniyor. Terör örgütü propagandası suçlaması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Savcı, “Ölen PKK’lileri sivil gibi gösterdiğimi“ iddia ediyor. Sur, Cizre, Nusaybin olaylarında yüzlerce sivillerin öldüğüne dair uluslararası raporlar var. Bodrumlarda yakılanlar son anlarında Avrupa Parlamentosu'na (AP) bağlandılar. Yazılarım, insanların ölümüyle ilgiliydi. PKK ile ilgili tek kelime yazmadım. Ölenlerin hangisi sivil hangisi PKK’li bilmiyorum. Asıl önemli nokta bu değil. Yargısız infaz bir suçtur. Kim olursa olsun, insanları diri diri yakamazsınız. Benim insani bir acıdan söz etme hakkım var. Halbuki uyduruk kıytırık burjuva yasalarının da sınırları içinde kalmıştım.

Neler vardı o yazılarda?

O dava için dört yazı seçtiler. “Bir Delinin Tarih Okumaları“ ve 12 dile çevrilen „Artık Sessizlik Bile Senin Değil“ isimli kitabımın içinde bulunan „Faşizm Güncesi: Bugün“ yazıları vardı. “Ayların En Zalimi“ ve “Tutanak 2: Bu senin baban“ ise Cizre’deki ağır dönemi anlatıyordu. Özellikle “Tutanak 2: Bu senin baban“ çok ses getirmişti… Ona takacakları belliydi. Oysa bir edebiyat eseridir benim gözümde. Çünkü orada bir edebiyat tekniği kullandım. Üç yıl üzerinde çalıştığım bir teknikti. Söz konusu yazıyı Norveç’te bir gazete yayınladı. Üstelik ben göndermemiştim. “Türkiye’yi yurt dışına kötüledi,“ dediler. „Öteki Gündem“ isimli bir diğer yazımda yer alan „Basına yönelik baskılar ayyuka çıktı“ cümlesi de suç sayıldı.

Cezaevinde geçirdiğiniz dört buçuk ayda neler yaşadınız?

Cezaevinde sadece negatif şeyler toplamadım. Çok güzel anılarım da var. Hatta hayatımda kendimi ilk kez yalnız hissetmediğim bir yer diyebilirim. Çok derin ve mukayese kabul etmeyecek dostluklarım oldu. Savaşa benziyor biraz. Romantize ediyorum belki ama duyguların en çıplak haliyle yaşandığı anları oluyor cezaevinin. Onur kavramı mesela. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek“ sloganını binlerce kez duydum. Boş bir slogandı benim için. Ama cezaevinde bir nokta geliyor, insanın onuru ile yaşamasının ne kadar temel ve değerli bir şey olduğunu öğrenmek zorunda kalıyorsun. “Hayır bunu kabul etmiyorum“ dediğin bir an çıkıyor. Bu kutsal bir şey.

Türkiye’de devletin hedefine konmuş bir vatan haini, Avrupa’daysa ciddiye alınan bir yazarsınız Siz bu çelişkiyi nasıl açıklarsınız?

2005’te Fransız Edebiyat Dergisi Lire’de 21. yüzyılda edebiyat dünyasına damgasını vuracak 50 isim arasında gösterildim. Almanya'da Erich Maria Remarque Barış Ödülü dahil olmak üzere sayısız ödülüm var. Hem edebiyat hem barış ödülleri aldım. Kendi ülkemde aynı edebiyat halkı kin ve isyana teşvik etmekle suçlanmama yol açtı. Yazılarımda bir edebiyatçının sınırlı gücüyle barış köprüsü oluşturmayı denedim. Evrensel bir vicdanın oluşmasına katkıda bulunmaya çalıştım. Türkiye’nin gurur duyması gerekmiyor mu? Ama mesele sadece iktidar baskısı da değil. Türkiye kişisel kıskançlıklar, dedikodular yönünden de zengin bir toplum. Türkiye’de kadınların ciddiye alınmayışı da bu rejimle başlamadı. Bu sadece sağcılarla ilgili bir mesele de değildi. Türkiye’de kadınsan ya çok yaşlanacaksın ya da öleceksin. Görememe, katlanamama, çekememe hali var.

ERK ACARER, 2020-02-05
GERI
YAZAR HAKKINDA