İstanbul Havalimanı, 6 Nisan'dan itibaren tam kapasite hizmet vermeye başlıyor.
taz.gazete, İstanbul Havalimanı'nı mercek altına aldığı dosyada bu projenin insanlar, çevre ve ekonomi üzerindeki etkilerini inceliyor.

Daha fazla okumak için:
taz.atavist.com/istanbul-havalimani

HDP'li Sancar: „Toplumun varlık şartlarını tehdit eden bir kriz böyle yönetilemez, yönetilmemeli“

Ayrım yapmayan bir virüs, ayrımcı bir iktidar

Mithat Sancar ile AKP’nin koronavirüs politikalarını, muhalefetten gelen sokağa çıkma yasağı talebini, yerel yönetimlerin önemini ve HDP'li belediyelere atanan kayyımları konuştuk.

ALTAN SANCAR, 2020-04-08

taz.gazete: Çin ve Almanya gibi ülkelerin salgınla baş etmede ortaya koyduğu farklı yöntemler, devlet iktidarının ve kamu gücünün işleyişine dair çeşitli modellere işaret ediyor. Bu çerçeveden bakınca Türkiye bu modellerin neresinde duruyor?

Mithat Sancar: Türkiye’de baştan beri sorunlu bir kriz yönetimiyle karşı karşıyayız. Hükümetin bir toplum sağlığı perspektifiyle hareket ettiğini söylemek mümkün değil. Hükümetin önceliği, ekonomiyi işler halde tutmak. Bizzat Erdoğan bunu açıkça söyledi. Bazı uzmanlara göre, hükümet “fiilen bir sürü bağışıklığı stratejisi“ izliyor. Bu tespit büyük ölçüde doğru görünüyor. Bunun toplum sağlığını esas alan bir strateji olmadığı açıktır. Diğer taraftan, böylesi tehlikeli salgınlarla mücadele etmenin en öncelikli unsuru olan şeffaflık prensibi uygulanmıyor. İnsanlarımız uzun bir süre virüsün yayılma hızını, ne zaman ve nerelerde ortaya çıktığını, ne kadar insanın enfekte olduğunu, hastanede yattığını, yoğun bakımda olduğunu ya da hayatını kaybettiğini öğrenemedi. Hâlâ da şüpheden uzak, insanları tatmin edecek bir bilgi paylaşımı olduğunu düşünmüyorum.

Salgın Türkiye’de baş gösterdiğinde son derece antidemokratik bir sağlık yönetimi oluşturuldu. Hükümetin genel ve temel zihniyeti antidemokratik olduğu için, bunda şaşırtıcı bir yan yok. Ancak toplumun varlık şartlarını tehdit eden bir kriz böyle yönetilemez, yönetilmemeli. Krizi yönetmede çok önemli roller üstlenebilecek olan yerel yönetimler, merkeziyetçi ve tekçi bir anlayışla devre dışı bırakıldı. Salgının yerelden başlayarak genele yayıldığı göz önünde bulundurulduğunda; yerelin şartlarını en iyi bilen belediyelerle eşgüdümlü, ortak bir çalışma yürütülmesi gerekiyordu. Hükümet buna yanaşmadığı gibi, tam tersini yaptı. Daha sürecin başında sekiz belediyemize kayyım atadı.

Atanan kayyımlar yerelde koronayla mücadeleyi ne ölçüde sekteye uğrattı?

Belediyelerimiz, salgınla etkili bir mücadele ve yerelde güçlü bir dayanışma stratejisini başarıyla yürütüyorlardı. Bu nedenle kayyım atamak, hem demokrasiye hem de halk sağlığına bir darbedir. Biz HDP olarak teşkilatlarımız ve belediyelerimiz aracılığıyla çok dilli bir bilgilendirme ve dayanışma kampanyası başlattık. Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice dillerinde çağrılarda bulunduk. Kayyımların yaptığı ilk iş ise belediyelerimizin bu anadil hizmetini engellemek oldu. Örneğin, Batman Belediyesi’ne atanan kayyımın yaptığı ilk iki iş, kadın merkezinin başına bir erkeği getirmek ve belediyenin internet sayfasının Kürtçe bölümünü kapatmak oldu. Aynı şekilde, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere CHP’li belediyelerin yerel müşterek ihtiyaçlara göre yürütmeye çalıştıkları mücadele ve dayanışma kampanyaları da hükümet tarafından engellendi. Kısacası şeffaf, demokratik ve katılımcı bir kriz ve sağlık yönetiminden oldukça uzağız ve bunun olumsuz sonuçlarıyla da her gün karşı karşıya kalıyoruz.

Buna rağmen muhalif çevrelerin içinden Erdoğan'ın daha otoriter davranmasına dair talepler yükseliyor. Bir tarafta olağanüstü bir kamu sağlığı sorunu, diğer tarafta da hukukun araçsallaştırılması konusunda karnesi kötü bir devlet varken bu çağrılar bir çelişki barındırmıyor mu?

Burada söz konusu olan şeyin, otoriter anlamının dışında bir “sokağa çıkma yasağı“ olduğunu, toplum sağlığı için şart sayılan bir “genel karantina“ olduğunu vurgulamakta fayda var. Bizim bu konudaki yaklaşımımız bilimsel ölçütlere dayanıyor. Bilim insanları, Dünya Sağlık Örgütü, Türk Tabipleri Birliği gibi uzman kuruluşlar salgınla mücadele yöntemi olarak genel bir karantina öngörüyorlarsa buna itiraz etmeyiz. Ancak öyle bir durumda hükümet üzerine düşen görevi yapmalı ve insanların hayatlarını insan onuruna yaraşır biçimde idame ettirebilmeleri için sorumluluklarını yerine getirmelidir; çalışanlara ücretli izin, işsizlere ve ihtiyaç sahiplerine temel gelir desteği; elektrik, su, doğalgaz, internet, sağlık gibi müştereklerin ücretsiz karşılanması gibi.

Genel karantina veya sokağa çıkma yasağı türünden uygulamalar, otoriter ve merkeziyetçi yönetimlerin istismarına açık durumlar yaratabiliyor. Şayet bir sokağa çıkma yasağı söz konusu olacaksa bunun evrensel insan hakları standartlarını ihlal etmeyecek biçimde planlanıp uygulanması hayati önem taşıyor. Burada da yine bütün demokrasi güçlerine önemli görevler düşüyor. Hep birlikte bir denetim ağı kurmak bu görevlerin başında gelir. Ayrıca parlamentonun da sürekli çalışan bir ortak komisyon oluşturarak denetim ve halkı bilgilendirme sorumluluğunu yerine getirmesini sağlamak lazım.

Hükümetin sosyal sorumlulukarından konu açılmışken, Erdoğan tarafından açıklanan destek paketi ve ardından başlatılan „Biz bize yeteriz“ bağış kampanyası hakkında fikirleriniz neler?

Erdoğan’ın açıkladığı paketin risk grubunu oluşturan geniş halk kesimlerini değil dar bir sermaye grubunu koruyan, kollayan ve ona kaynak aktaran bir model olduğunu görüyoruz. Başlatılan bağış kampanyası da bu yaklaşımın bir parçası. Toplumu önceleyen bir sağlık ekonomisini hayata geçirmediğiniz takdirde insanları korumak için gereken masrafları da karşılayamazsınız ve böyle aciz yöntemlere başvurursunuz. Bu, kendi sorumluluklarından kaçmanın da bir yöntemidir aynı zamanda. Ayrıca bağış, gönüllülük esasına dayanır ama görüyoruz ki birçok kuruma bağış yapmaları dayatılıyor. Birçok yerde çalışanların maaşlarından zorunlu kesintiler yapıldığına dair sayısız bilgi var. Bir dayanışma biçimi olarak lanse edilen bu kampanyanın bile ayrımcı uygulamalarla yürütüldüğü ortada. Bizim belediyelerimize kayyım atanması ve çalışmalarının, dayanışma çabalarının engellenmesi veya CHP’li belediyelerin hesaplarının dondurulması bunlara birer örnek.

HDP olarak alternatif bir Bilim Kurulu oluşturmak için adımlar attığınızı belirttiniz. Bu tür adımların AKP'nin merkezi devlet gücü karşısında bir alternatif oluşturma olanağı var mı?

Bu dönemin en önemli ihtiyacı toplumsal dayanışmadır. İnsanlarımızı, toplumu öncelemeyen, keyfi ve merkeziyetçi bir iktidarın insafına bırakamayız. Sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden bir düzene ve iktidara alternatif olarak müştereklerimiz zemininde, kamusal çıkarları ön plana çıkaran emekten yana, dayanışmacı yöntemler geliştirmeliyiz. Alternatif bilim kurulu önerimiz de bu kamusal dayanışma biçimlerinden biridir. Sürecin şeffaf yürütülmemesi, hükümetin oluşturduğu resmî Bilim Kurulu’nun kararlarından açıkça haberdar olmamamız, TTB’nin ve diğer saygın sağlık kuruluşunun açıklanan istatistiklere şüpheyle yaklaşması, bizi böyle bir kamusal hizmet örgütlemeye teşvik ediyor.

Bu süreçte „kamu“ kavramı devlet yerine toplum merkezli bir kavram olarak yeniden tartışmaya açılabilir mi?

Devlet kamunun bir parçasıdır ama kendisi asla değildir. Kamuculuk toplum merkezli bir yaklaşımdır ve devletin, demokrasi çerçevesinde toplum yararına hareket etmesi gerektiği ön kabulüne dayanır. Biz bunun yerelden örgütlenerek gerçekleşebileceğini düşünüyoruz ve kamunun kendini en doğru biçimde ifade edebilmesi için tabanda oluşturulmuş demokratik kurumların inşa edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bunun adı yerel demokrasidir. Toplum merkezli, kamuculuğu esas alan bir siyaset anlayışının hayata geçmesi bizim birincil hedefimizdir. Dolayısıyla bu kavramların tartışmaya açılması ve içinin doldurulması çok önemli.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, „evde kal“ çağrılarına Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da uyulmadığını söyledi. Siz ise „Bölgede sokağa çıkma yasaklarına, son birkaç güne kadar yeterince riayet edilmemesinin temelinde iktidar duyulan güvensizlik var.“ dediniz. Bunu biraz açar mısınız?

Bölge insanı için sokağa çıkma yasakları on yıllardır baskı, şiddet ve devlet zorunun en güçlü simgesi demektir. Bu nedenle evde kalın çağrıları veya sokağa çıkma yasakları, insanların nezdinde devletin kendilerini korumaya dönük aldığı tedbirler olarak değerlendirilmiyor. İnsanlar devlete bu anlamda güvenmiyor. Dolayısıyla gündelik hayatlarını olabildiğince devam ettirmeye çalışıyorlar. Bunu halkın sorumsuzluğu veya kayıtsızlığı olarak sunmak son derece yanlıştır. Salgının başladığı günden bu yana bölge halkı yeterince bilgilendirilmedi. Virüsün yayılmasını önlemek için gereken şartlar, kendilerine açıkça anlatılmadı. Bu konuda halkı itham etmek çok büyük haksızlıktır. Halk, güvendiği kişiler tarafından anadilinde yeterince bilgilendirildiği takdirde tedbirlere riayet ediyor ve hem kendini hem de çevresindekileri korumak için sorumluluk alıyor.

Partinizin içinde yer alan pek çok siyasetçi şu an cezaevinde bulunuyor. Siyasi mahkumlar infaz düzenlemesinin kapsamı dışında bırakıldı. Gültan Kışanak cezaevlerinde maruz kaldıkları muamelelere ilişkin çeşitli açıklamalar yaptı. Şu an cezaevlerindeki durum nedir?

Cezaevleri en riskli mekanlar. Virüsün birkaç kişiye bulaşması halinde yayılmasının önüne geçmek çok zor. Mahpuslar arasında ne sosyal mesafeyi koruyabilecekleri imkanlar ne de temiz hava, güneş sağlıklı ve yeterli besin gibi bağışıklık sistemini güçlendirecek şartlar var. Bu nedenle de özel risk taşıyan yerlerdir buralar. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi organları ve dünyanın önde gelen kimi kurum ve kuruluşları cezaevlerinin bu durumuna dair somut tespitlerde bulundular ve cezaevlerinin tümden boşaltılması çağrısı yaptılar. İran gibi baskıcı bir ülke de dahil olmak üzere buna uyan devletlerin olduğunu da görüyoruz. Fakat hükümetin hazırlamış olduğu İnfaz kanunu teklifine baktığımızda bu çağrılara kulak asmadığı gibi evrensel olarak kabul gören infaz hukukunda eşitlik ilkesini hiçe sayarak ayrımcı bir düzenlemeye imza attığını görüyoruz. Ayrım yapmayan bir virüs karşısında ayrımcı bir iktidarla karşı karşıyayız. Bu yanlıştan derhal dönülmelidir. Cezaevlerinde bu nedenle zarar gören veya hayatını kaybeden kişi veya kişilerin vebali iktidarın boynunda olacaktır.

Salgının toplumsal ve ekonomik etkileri belirginleştikçe kimliğe ilişkin siyasi tartışmalar yerlerini bir ölçüde sınıfsal analizlere bıraktı. Bu durum Kürt hareketi için ne anlama geliyor?

Salgın, küresel bir pandemik kast sistemi oluşturdu: İlk sırada zenginler var. Salgının etkilerini en aza indirebilecek olanaklara sahip sınıf bu. Yalıtık ve konforlu mekanlarda hayatlarını güvence altına alıyorlar. İkinci sırada, kent merkezlerindeki evlerine kapanıp hayatlarını devam ettirebilecek şartlara sahip orta sınıflar geliyor. Bunlar da salgının etkilerinden korunabilecek imkanlara görece sahipler. Üçüncü sırada ise çalışmak zorunda olup virüsün bulaşma ve salgının yayılma riskine en açık gruplardan biri olan işçi sınıfı var. Dördüncü olarak ise sınıf dahi olamayan ve salgından kaçabilecek hemen hiçbir imkana sahip olmayan yoksul işsizler, evsizler, göçmenler var.

Salgınla birlikte sınıf çelişkilerinin üzerini örten pek çok unsur bir anda görünmez hale geldi ve ortaya kabaca böylesi bir çıplak tablo ortaya çıktı. Sınıf analizlerinin artmasının arkasında sistemin eşitsizlikçi yapısının salgın öncesine oranla daha fazla deşifre olması yatıyor kanımca. Bizim Kürt tabanımızın çok büyük bir bölümü, esasen ülkenin en yoksul kesiminden oluşuyor. Ülkenin tümündeki yoksulları, ezilenleri, dışlananları buluşturmak HDP’nin varoluşsal temelidir. Emekten yana, eşitlikçi, dayanışmacı ve yerel demokrasiyi esas alan bir özgürlük hareketi olarak sınıfsal pozisyonumuzun da açık olduğunu düşünüyorum ve bu konumumuzun sınıf analizleriyle çeliştiğini düşünmüyorum.

ALTAN SANCAR, 2020-04-08
GERI
YAZAR HAKKINDA