„Her türlü siyaset kimlik siyasetidir“ diyen feminist yazar ve gazeteci Laurie Penny ile kimlik, nesnellik ve sağcılar üzerine konuştuk.
Laurie Penny Londra'da yaşayan ünlü bir feminist yazar ve gazeteci. Amerika ve Avrupa'da büyük bir hayran kitlesine sahip olsa da, kitapları henüz Türkçe'ye çevrilmedi.
Laurie Penny: Olabilir. En azından öyle olduğumu söylüyorlar. ‚Bitch‘ herhalde sağcı ve cinsiyetçi kesime ters düşen konularda söz söyleyenlere deniyor.
Bilerek tahrik ettiğimi düşünmüyorum, fakat kendimi de sınırlamıyorum. Neden sınırlayayım ki? Arada bir bana ‚bitch‘ denilse bile, kullandığım dili sınırlamamak için ödediğim sosyal bedel, benim ayrıcalıklarıma sahip olmayan kişilerin ödediği bedellerle kıyaslandığında oldukça ufak. Bu yüzden de fikirlerimi en radikal, en sol ve en tavizsiz şekilde dile getirmeye çalışıyorum. Benim sosyal ayrıcalıklarıma sahip olan birisi bunu yapmayacaksa kim yapacak?
Evet. Kibar bir şekilde cinsiyetçiliğin hala var olduğunu ve bu dünyada henüz eşitliğin sağlanmadığını anlatabilen herkese minnettarım. Fakat ben bunu yapamıyorum. Sinirim bozuluyor.
Büyük saçmalık, ama şaşırmadım. Zaten sınıf problemini, cinsiyet eşitliği sağlanmadan çözemezsiniz. Ev içi işçiliği ve bakım işçiliği bilinci olmadan sınıf siyaseti üretmek son derece anlamsız. Toplumsal cinsiyet ve etnik köken, devrimden sonra halledilmek üzere kenara itilecek konular değil. Bunlar devrimin birincil konuları.
Sınıf kavgası aslında kimlik siyaseti değil midir? Marx anavatan yerine kendi toplumsal sınıfınızla özdeşleşmenizi önerdiğinde, bu bir kimlik siyasetidir. Aynı zamanda ırkçı, sağcı siyasi akımların da kimlik siyaseti yaptığını unutmamak lazım. Kimlik siyaseti ile alakalı olmayan bir politik söylem bence mümkün değil.
Bilmiyorum. Fakat neyin işe yaramayacağını söyleyeyim: Farklı sol akımların adeta her konuda aynı fikirdelermiş gibi davranması getiri sağlamaz. İdeolojik farklılıklarımız daima peşimizde olacak çünkü bizler karşımızdakinin ne düşündüğüne önem veriyoruz. Bugüne dek kalbimi sağcılardan çok solcular kırmıştır. Eğer her konuda görüş birliğine varabilseydik elbette çok iyi olurdu ama bunu başarabilmemiz için çok büyük felaketlerin yaşanması gerekiyor. Mesela Trump'un Başkanlık Yemini dolayısıyla gerçekleşen büyük kadın yürüyüşü gibi.
Bu konuda dikkatli olmak gerek. Kişisel olarak Milo ve Alt-Right hareketinin fikirleri beni ilgilendirmiyor. Çünkü ne söyleyeceklerini zaten biliyorum. Müslümanlar hakkında ne diyeceklerini, kadınlar hakkında ne düşündüklerini biliyoruz. Çok sıkıcı şeyler bunlar, hepsini de daha önce duyduk. Beni ilgilendiren onların akıl yapısı.
Platform sorunu gerçekten ilginç. Bu mesele genellikle ters tepen bir mesele. Platform sunmadığınız zaman bu insanlar mağdur gibi görünebiliyorlar ve bu ilginç bir şekilde daha fazla ilgi çekmelerine yol açıyor.
Bu olay beni cidden çok yaraladı. Günlerce yataktan çıkamadım. Tutarlı eleştiriler sunanlar da vardı elbette, fakat saldıranlar genelde İngiltere'nin solcu kesiminden gelen ve kadınlara saldırmaktan zevk duyan erkeklerdi.
Köln'de olanları dillerinden düşürmüyorlar. Cinsel şiddetin sadece yabancılar tarafından, yani bu bağlamda göçmen ve müslümanlar tarafından geldiğini düşünenler dünyanın her yerinde olduğu gibi İngiltere'de de var. Bu çok eskiye dayanan bir düşünce. Bu düşünceler Amerika'daki Jim Crow dönemine dek uzanıyor. Güney eyaletlerinde siyahi erkekler, beyaz kadınlara tecavüz ettikleri iddialarıyla linç edilmişti. Fakat şunu unutmamak gerekiyor: Burada söz konusu olan beyaz kadınların güvenliği değil, beyaz erkeğin egemenliğinin saldırıya uğraması. Çünkü beyaz kadın onun mülkiyeti. Bunun için beyaz bir kadının gönüllü olarak da olsa beyaz olmayan bir erkekle beraber olması, beyaz erkeğe ait olan, onun hakkı olan bir şeyin çalınması anlamına geliyor.
Evet! Alt-Right hareketi soyarıtımı teorisi ile kafayı fena halde bozmuş durumda ve uzun vadede nesillerinin tükeneceğinden korkuyorlar. Beyaz bir kadının farklı ten renginden bir erkekle çocuk yapması ya da hiç çocuk yapmamasını „beyaz soykırımı“ olarak görüyorlar. Cidden mide bulandırıcı.
Bu bana hemen Lebensborn'u („saf ırk“ çocukların doğum oranlarını yükseltmek amacıyla Nazi Almanyası'nda SS tarafından başlatılan ve devlet tarafından desteklenen yurtlar) hatırlatıyor. Şu ana dek kürtaj hakkına ya da kadınların bağımsızlığına şiddetle karşı çıkmayan tek bir faşist harekete denk gelmedim. İlginç bir şekilde bu genelde cinsel anlamda yeteri kadar doyuma ulaşmadıklarını gösteriyor. „İŞİD“ de aynı şekilde işliyor: Bir şekilde elde ettiklerinden daha fazla seks yapmaya hakkı olduğuna inanan genç erkekler kolayca radikalleştiriliyorlar.
Hayır, öyle değil. Cinsel doyumsuzluk farklı cinsiyetler arasında fark göz etmiyor. Şimdiye kadar tam olarak istediği sıklıkla ve istediği şekilde seks yapabilen kimseye rastlamadım. Ama bunun siyasi bir sorun olduğunu düşünen tek kesim erkekler. Ve daha fazla seksin bir hak olduğunu düşünüp bunu ele geçirmeye yönelik davranıyorlar. Ben mesela birkaç haftadır kimseyle yatmadım ama kalkıp da faşist bir insan gibi davranma ihtiyacı hissetmiyorum. Her normal insan gibi eve gidip „Bojack Horseman“ izliyor ve mastürbasyon yapıyorum.
Benim bu terimle bir derdim yok, ben sadece nesnelliğin var olmadığını düşünüyorum. Bu terimle sadece bir perspektif belirtiliyor: heteroseksüel, orta sınıf, orta-sağ görüşlü beyaz bir erkeğin perspektifi. Bu yüzden bir çok medya kuruluşu ortadoğuya kendi muhabirlerini gönderirler, çünkü „orada yaşayan muhabir yeterince nesnel yaklaşamaz“ görüşü hakimdir. Fakat bunu nereden biliyoruz? Maddi çıkarlar ve taraflılığı konuşabiliriz. Fakat bu nesnellik değildir.
Tabii ki. Bir gazetecinin yapabileceği en doğru şey, okuyucularına karşı dürüst olmak, geldiği yer ve hayattaki duruşuyla ilgili şeffaf bir tavır sergileyebilmektir.