Güneş ve rüzgar enerji potansiyeli oldukça yüksek olan Türkiye'nin iki bölgesinde nükleer santral inşa edilmesi planlanıyor. Yapım aşamasındaki bir belgesel, Türkiye’nin nükleer enerji macerasını konu ediniyor.
2013 yılının Mayıs ayında yaşanan Gezi Protestoları’ndan kısa bir süre önceydi. Gündem haberleri arasında bir haber dikkat çekiyordu: Başbakan Erdoğan Japonyalı mevkidaşı Shinzo Abe ile Sinop’ta nükleer santral inşa etmek üzere hükümetlerarası bir anlaşması imzalayacaktı. Bu bir şaka mıydı? Nasıl olur da Fukuşima’da yaşanan felaketten sadece iki yıl sonra, dünyanın en tehlikeli deprem bölgelerinden birinde bulunan Türkiye ile Japonya arasında bir nükleer enerji santrali inşa etme anlaşması imzalanabilirdi?
Türkiye, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’in Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 1953 yılında yaptığı „Barış için Atom“ başlıklı konuşmasından iki yıl sonra ABD ile nükleer enerji anlaşması imzalayan ilk ülke oldu. Ve ABD'nin yoğun propagandası eşliğinde atom çağına yükseldi. Türkiye’nin nükleer enerjiyi sivil kullanıma açma çabaları, Soğuk Savaş döneminde ABD füzelerini NATO kapsamında ülkeye konuşlandırma kararıyla desteklendi.
Türkiye’ye 1962 yılında konuşlandırılan nükleer başlıklı Jüpiter Füzeleri, SSCB ile ABD arasında yaşanan ve dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getiren Küba Krizi’nin ortaya çıkmasında kilit bir rol oynadı. O dönem esen hava, SSCB'nin Türkiye’de konuşlandırılan ABD füzelerine saldırmasının an meselesi olduğu yönündeydi.
1960’lı ve 1970’lı yıllarda nükleer santralin sadece sivil kullanılması gerektiğini öngören küresel düşünce, Türkiye’yi de etkisi altına aldı. 1962 yılında Türkiye’nin ilk nükleer araştırma reaktörü İstanbul’un Küçükçekmece Gölü kenarında faaliyete geçirildi. Böylece hükümet planlarını somut olarak uygulamaya başladı ve ülkede uranyum arayışına geçildi.
Bizler 1986'da Çerbobil ve 2011'de Fukuşima gibi büyük nükleer felaketlerin tanığı olurken, Türkiye de nükleer atıklarla ilgili birkaç kaza yaşadı. 1999 yılında İstanbul’un dışındaki yasadışı bir çöp deposunda radyoaktifli tıbbi malzeme bulundu. 2012 yılında İzmir’in yakınlarında bir fabrikada yine yasadışı bir nükleer atık deposu keşfedildi. 2016 yılında radyoaktif atık yüklü „Kuito“ adlı geminin İzmir Aliağa'da 6 mil açığa söküm yapmak üzere demirlediği ortaya çıktı.
„Mutfak tüpü de riskli“
Farklı Türk hükümetleri bu olaylardan hiç etkilenmeden kendi planlarını sürdürdü. Türk politikacılar, Çernobil felaketinin meydana geldiği 1986 yılında radyasyon ışınlarının zararsız olduğunu göstermeye çabaladı. Kimileri, Eski Sovyetler Birliği’nde meydana gelen reaktör kazasının insan sağlığı üzerinde olumsuz etki yaratmadığını iddia etti: O dönem görevde olan Cumhurbaşkanı Kenan Evren „Biraz radyasyon kemiklere yararlıdır“, Başbakan Turgut Özal „Radyasyonlu çay daha lezzetlidir“, Endüstri ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ise „Biraz radyasyon iyidir“ demişti. Çernobil’den 25 yıl sonra 2011 yılında yaşanan Fukuşima faciasına verilen tepkilerin pek farklı olmaması da bizi şaşırtmadı. Dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan nükleer projelerin süreceğini belirtirken „Nükleer programda takvim işliyor. Evdeki mutfak tüpü de riskli“ demişti.
„Güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi“ gibi reklam filmleri, Türkiye kamouyunu, enerji ihtiyacının nükleer enerji ile karşılanabileceği konusunda ikna etmeye çalışıyor. Burada, nükleer enerji, tek güvenilir elektrik kaynağı olarak tanıtılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın damadı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak da, enerji planlarını vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Öyle ki; Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 100'ünü yıl dönümü olan 2023'e kadar Mitsubishi ve Areva şirketleri Karadeniz’deki Sinop ilinde bir nükleer enerji santrali inşa edecek. Rosatom ve Cengiz Holding'in Akdeniz kıyısındaki Akkuyu’daki projesinin ise 2018'in ilk çeyreğinde başlanması planlanıyor.
Türkiye nükleer enerji tarihinde bir yol ayrımında bulunuyor; ya Japonya gibi pahalı ve artık anlamını yitiren atom enerjisine yönelecek ya da örnek bir enerji dönüşümü yaşayan Almanya gibi yenilenebilir enerjileri tercih edecek. İkinci tercih, muhtemelen ekonomik açıdan daha ucuz olacak ve Türkiye için daha az risk taşıyacaktır. Zira ülkede iki alternatif enerji türünden fazlasıyla var: Güneş ve rüzgar.
Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü'nün hazırladığı Güneş Enerjisi Potansiyeli Atlası'na göre, Türkiye'nin yıllık toplam güneşlenme süresi 2 bin 737 saat. Bu güneşlenme süresine rağmen Türkiye güneşten sadece 860 Megavat enerji elde ederken; Almanya yıllık 1600 saat güneşlenme süresi karşılığında 40 bin Megavat enerji üretebiliyor. Yani Almanya, Türkiye'den yüzde 60 oranında daha az güneş almasına rağmen, yaklaşık 40 kat daha fazla güneş enerjisi elde edebiliyor.
Greenpeace: Türkiyelilerin yüzde 64'ü santrale karşı
Türk hükümeti bu süreçte bu şehirlerde büyük boy afişlerle nükleer enerji santrallerinin reklamını yaptı. Planların açıklanmasından bu yana sadece ekolojistler ve çevreci aktivistler değil, BM Genel Kurulu’na düzenli olarak bilgi veren Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) da endişelerini dile getiriyor. Tüm sesler ülkedeki nükleer altyapı eksikliğine işaret ediyor. Greenpeace tarafından Fukuşima felaketinden sonra yapılan bir ankete katılan Türkiyelilerin yüzde 64’ü ülkenin nükleer enerjiye geçmesine karşı çıkıyor. Türkiye'de 1970’li yıllardan beri planlanan nükleer enerji santrallerine karşı oluşan direnç, daha çok yerel halkın başlattığı Nükleer Karşıtı Platformlar yoluyla ortaya çıkıyor.
„Duvarlar“ ve „Benim Çocuğum“ belgesellerinin yapımcısı Can Candan, 1995 yılında Mersin ilindeki Akkuyu'ya yaptığı ilk ziyaretin ardından konu üzerine bir belgesel film çekmeyi düşünmüştü. Ekim 2015'te ise Can Candan ve beraberindeki ekiple birlikte konuya ilişkin gelişmelerle ilgili bir belgesel çekmeye ve adını „Nükleer Alaturka“ koymaya karar verdik. „Nükleer Alaturka“ filminde nükleer enerji taraftarları ile karşıtları, görüşlerini yaklaşık 23 yıl sonra ifade etme imkanı bulacaklar.