İstanbul Havalimanı, 6 Nisan'dan itibaren tam kapasite hizmet vermeye başlıyor.
taz.gazete, İstanbul Havalimanı'nı mercek altına aldığı dosyada bu projenin insanlar, çevre ve ekonomi üzerindeki etkilerini inceliyor.

Daha fazla okumak için:
taz.atavist.com/istanbul-havalimani

Müzisyen Ahmet Tirgil: “Buradaki hayatımın, bir memurun mührüne bağlı olduğunun farkındayım“

„Hype“ sona erince

Türkiye'deki otoriterleşme, Almanya'nın gündeminden düşüyor. Bu durum, darbeden sonra buraya gelmiş insanların hayatları için ne anlama geliyor?

EREN PAYDAŞ, 2020-07-27

Kimileri siyasi baskılar ve soruşturmalar, kimileri ise hayatını orada istediği biçimde sürdüremeyeceğini düşündüğü için Türkiye’den ayrıldı. Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL’den sonra gelenler, o dönem Almanya’da özel bir ilgi ile karşılandı ve “diktatörlükten kaçan nitelikli ve beyaz yakalı yeni bir göç dalgası olarak nitelendirildiler.

Aradan geçen dört yılda Türkiye’deki durum değişmedi. Ancak Alman kamuoyu ve kurumlarının gelenlere gösterdiği özel ilgi, zamanla sönümlendi. Türkiye'deki gelişmeler Almanya'daki gazete manşetlerinde daha az yer bulurken, akademi ve sivil toplum kuruluşları tarafından sağlanan fonlar da azaldı. Almanya’daki seçenekler azalırken, Federal Göçmen ve Mülteciler Dairesi'nin verileri, iltica başvurularının giderek arttığını gösteriyor. Türkiyeli göçmen toplulukların kurduğu mevcut dayanışma ağları ise yeni gelenler için belirleyici durumda.

„Ortaklaşma prensipi yerine ‚insani yardım‘“

Antropolog K. Zeynep Sarıaslan, Almanya'da yaşadığı süre içerisinde, sürgünde yaşayan gazetecilerle çeşitli görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde darbe girişimi sonrası gelenlerin Alman kurumlarıyla kurduğu ilişkileri gözlemleyen Sarıaslan, sunulan yardımların, yapısal bir ortaklaşma perspektifinden çok geçici bir „insani yardım“ mantığı üzerine kurulu olduğunu belirtiyor: „Bu durum politik sorunları kişisel mağduriyet hikayelerine indirgeyip depolitize ediyor.“

Sarıaslan, kurumların kendisine duyduğu ilginin, Türkiye’nin gündemde olduğu dönemle sınırlı olduğunu söyleyen Sarıaslan, çalışmalarını devam ettirmek için fon bulamadığından önümüzdeki ay Türkiye’ye dönecek: “Akademisyenlerin benim çalışmama olan ilgisi, onlara Türkiye’deki otoriterleşme ile ilgili anlattığım hikayelere yoğunlaşmıştı. Aslolan benim bir akademisyen olarak niteliklerim değil de onların o dönemki ilgisi mi diye düşünüyor ve kendimden şüphe ediyordum.“

Göçmen olmanın verdiği tedirginlik hissinin daimi bir anksiyete yarattığını söyleyen Sarıaslan, akademik değerlendirme süreçlerinde göçmenlik deneyiminin dikkate alınmasının „meşru bir talep olarak dile getirilebilmesi gerektiğini“ düşünüyor.

„Ne yaparsam yapayım bir memurun bir mührüne bağlıyım“

Dersim’deki hayatını bırakıp 2017 yılında Almanya’ya yerleşen müzisyen Ahmet Tirgil üç yılı aşkın süredir Berlin’de yaşıyor. Türkiyeli başka bir müzisyenden kiraladığı bir evde eşi ve çocuğuyla beraber hayatını sürdürüyor. Kreuzberg’de eski kuşak göçmen işçiler ve siyasi mülteciler tarafından kurulan Omayra Kültür Merkezi’nde müzik dersleri veren ve çeşitli müzik projelerinde çalışan Tirgil'in Almanya'daki hayatı, kaygan bir zemin üzerine kurulu: “Hiçbir şeyi oluruna bırakma lüksüm yok. Burada durabilmek için sürekli çalışmak ve bunu belgelemek zorundayım.“

Ahmet Tirgil, burada gündelik hayatın sunduğu düzen ve güvenlikten memnun olduğunu, çocuğunun burada büyümesini istediğini söylüyor. Ancak mesele buraya dair kalıcı adımlar atmaya gelince kafasında bir gölge beliriyor: “Ne yaparsam yapayım buradaki hayatımın, Yabancılar Dairesi’ndeki bir memurun bir mührüne bağlı olduğunun farkındayım.“ Tirgil, Almanya ne kadar güvenli olursa olsun kendisini dayanışma içinde hissettiren şeyin Türkiyeli göçmenler arasındaki ilişki ağları olduğunu belirtiyor.

„Almanya göç toplumu olduğunun farkında değil“

Barış İmzacısı olduğu için hakkında birden çok soruşturma açılan Hazel Başköy, bir yıl önce Berlin’e geldiğinde, burada bulunan Türkiyeli akademisyenlerin gösterdiği dayanışma sayesinde bir çok sorunun üstesinden geldiğini söylüyor. Potsdam Üniversitesi’nde doktorasını yapan Hazel Başköy, “yerinden edilme“ ve “dayanışma ekonomileri“ üzerine çalışmalar yürütüyor. Kendisinden önce gelenlerin sunduğu dayanışmanın „kendisini yaşattığını“ ifade eden Başköy, “Hem bir kadın hem de doktora öğrencisi olarak tanık olduğum göç hikayeleriyle ve kişisel deneyimimle, çoğu zaman teorik olarak tartıştığım kavramlara neredeyse dokundum.“ ifadelerini kullanıyor.

Başköy, etrafındaki göçmenler sayesinde bir “mahalle“ duygusu hissettiğini belirtse de, hayatını burada sürdüreceği fikrine alışmanın kolay olmadığını söylüyor. Aklı hala Türkiye'deyken Almanya'yı benimsemekte zorlandığını belirten Başköy, buraya yerleştiğini hissettirecek adımları atmaktan kaçındığını anlatıyor: “Almanca tek bir kelime öğrenmemek için direnmek, ihtiyaç olan bir eşyayı almayı ısrarla reddetmek... Bu bir inatlaşma hali; sırtını hiç yaslayamamış, sandalyenin hep ucunda kalmış bir varlık gibi…“

Almanya'ya gazeteci, akademisyen ya da sanatçı olarak gelen insanların buradaki kurumlarla ya da meslektaşlarıyla henüz eşitler arası ortak bir zeminde buluştuğunu söylemek kolay değil. Nüfusun dörtte birinin göçmen kökenli olduğu bir ülke söz konusu olunca, buradaki kurumların da bunda payı var. Türkiye'ye dönme hazırlıkları yapan Zeynep Sarıaslan’a göre kurumlarda yapısal bir çoğulculuk perspektifi bulunmuyor: “Almanya göç toplumu olduğunun farkında değil. Kurumlar ise bir göç toplumunun gerektirdiği ulus-ötesi bir yaklaşıma açık da değil, hazır da.“

EREN PAYDAŞ, 2020-07-27
GERI
YAZAR HAKKINDA