Ülkenin vatandaşı olmasan eğlenceli ülke aslında. Fakat demokratikleşmenin eski despotizme yenik gelmesi üzücü. Konuk yazarımız Roy Karadağ'ın denemesi.
Türkiye'de şu günlerde yaşanan olaylar bizleri rahatsız edici sorularla karşı karşıya bırakıyor. ABD ile Türkiye arasındaki paralellikler, istemsizce gözümüze sokulmakta. Tüm bunların nasıl mümkün olduğunu, önümüzdeki süreçte daha nelere tahammül etmek zorunda kalacağımızı ve liberal prensiplere olan saldırıların ne zaman sona ereceğini kendi kendimize sormaktayız.
Türkiye'den bir kadın meslektaşım, ABD'de Donald Trump'ın başkan seçilmesi ve sonrasında yaşananlar üzerine konuşurken, başkalarının talihsizliğinden haz almak anlamına gelen Schadenfreude hissini yaşadığını dile getirmişti.
Meslektaşım, batılıların Türkiye toplumuyla dayanışma göstermesi gerektiğini düşünüyordu. Çünkü Türkiye'dekilerin yıllardan beri şaşkın şaşkın ülkeyi yöneten elit kesimle deneyimleri vardı. Meslektaşım, bu sayede Amerikalı ve Avrupalıların Türkiye'dekilerin nasıl hissettiğine dair bir fikir edinebileceklerini iddia ediyordu. Çünkü Türkiye'dekiler yıllardan beri kavramsal şaşırtma taktikleriyle yönetiliyor. Bu insanlar, finans sektörüyle ilgili akıl almaz ifadelerden, Avrupalı, Amerikalı, Yahudi ve Hristiyanlar, HDP, liberal sivil toplum örgütleri, entellektüeller, sanatçılar ve tabii ki gazetecilerle ilgili komplo teorileriyle yüklü siyasi söylemlere maruz kalmışlardı.
Günümüzde kafalarda kalan soru işaretlerinden biri de, demokratikleşme yolunda ilerleyen Türkiye'nin girdiği otoriter dönüşümün niçin yaşandığı. Halbuki Türkiye'nin yakın zamana kadar demokratikleşme yolunda yol katettiği söylenebilirdi. Türkiye, Kürt sorunuyla ilgili pozitif bir dinamik içerisindeydi; 2008'deki finans krizini göreceli olarak iyi atlatmış, Kıbrıs'ın geleceğiyle ilgili kavgalar dışında Avrupalaşma yolunda ilerliyordu. Bunun dışında Arap sivil toplumu, Türkiye'yi örnek alarak bir coşku seline kapıldılar. Bu coşku, kendi ülkelerindeki demokratik bir gelecek elde etmek adına çaba sarfettiklerini, Kahire ve Şam'da kendi hayatını ortaya koymaya hazır olduklarını gösteriyordu.
2002'den beri sürdürülen bu siyasi açılımlar, 2012'den sonraki otoriter değişimi önlemediyse, neye yaradı?
Ülkenin oyun kurallarının ve siyasi tartışmaların sınırlarının çizilmesi, liberalleşme adımlarının stratejik bir şekilde uygulanması- şimdiye kadar yerleşmiş otoriter yönetimlerdeki hükümdarlara saklıydı.
Buradaki hedef muhalefeti hükümete bağlamak, sivil toplum örgütleriyle iş birliği yapmak ve küresel kamuoyuna demokrasiyi savunmak, kısaca zamanın ruhuna ayak uydurmaktı.
Liberalleşme adı altında kurulan demokratik kurumlar sayesinde ülke dışarıdan belli bir şekilde algılanırken, siyasi gücün bir elde toplanıyor olması öngörülemedi. Güçlenmiş sivil toplumun, hareket alanını artık geri vermeyeceği varsayılıyordu.
Modern Türkiye'nin kuruluşundan beri ülkede demokrasinin hiç bir zaman tam olarak oturmaması için birçok neden gösterilebilir. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün otoriter devlet anlayışı, demokrasi için Türkiye tarihinde hiçbir zaman aşağıdan savaş verilmemiş olması, ırkçılığa dayanan milliyetçilik bu nedenlerden bazıları. Bunlardan, kağıt üzerinde var olan demokratik kurumların giderek otokratikleşen AKP taraftarlarına karşı koyamadığı sonucu çıkartılabilir. AKP seçmenleri Türkiye'nin çelişkilerle dolu demokrasi tarihine bakarak, AKP'nin en azından önceki elitlere kıyasla daha fazla özgürlük ve eşitlik sağladığını savundu.
AKP tüm bunlara rağmen, „saltanatlık talebine“ kendi içinden verilen desteğin yetersiz kaldığını kabul etmek zorunda. AKP'nin diğer siyasi figürlerle uzlaşmayı reddetmesi ve fikir ayrılığına karşı tolerans göstermeyişi, partiyi yıllardan beri farklı düşünenlere karşı baskıcı önlemler almaya zorluyor. Bu tavrın son mağdurları ise gazeteciler ve akademisyenler. Ki onların asıl görevi, hükümet söylemlerinden ayrışan görüşleri yansıtmaktır.
AKP günümüzde artık bir sınıra dayanmıştır. Tabii ki AKP, hala Türk toplumunun çoğunluğunun iradesini temsil ettiğine inanmaktadır. AKP, siyasi bir parti olarak, insanları argümanlarla, fikir ve söylemlerle ikna etme ve duygusal olarak ortak payda için heyecanlandırma kabiliyetlerini kaybettiler. AKP taraftarları bugünkü kültürel kutuplaşma stratejisinin şimdiki otorite yoğunluğuna yardımcı olduğunu anlıyorlar. Fakat Türkiye toplumundan bu şekilde daha fazla oy elde edemediklerinin farkındalar. Demokratik söylem ve tartışmalar artık siyasi güç birikimi sağlayamadığından AKP eleştiri ve itaatsızliğe ancak hainlik suçlamalarıyla ve baskıyla cevap verebiliyor.
AKP'nin salt şiddetle hüküm sürdüğünü ve reaksiyon gösterdiğini anlamak için, akademisyen ya da gazeteci olmaya gerek yok. Yargının sanıklara karşı keyfi davranışlar sergilediği ve kanun karşısında eşitliğin yok olduğu ortada. AKP'ye yakın kamuoyu dışında bu savunmaların kimse tarafından ciddiye alınmaması ve orada da ancak ifade özgürlüğünün agresif bir şekilde kısıtlayarak elde edilme şartıyla.
Asıl ilginç olan, AKP'nin artık şiddet kullanmaktan çekinmemesi. Burada seyircileri şaşırtan, yaşanan olaylardaki banallığın boyutu. Bu banallık, iktidarın sonunun gelmesiyle bile toplumsal barışı imkansız kılacaktır. Bugünün üstün gelenleri, daha fazla taraftar var etmek için uygulanan fiziki ve psikolojik şiddet karşısında özgürlüklerinin kısıtlanmasını gönüllü bir oylamayla nasıl kabul ettikleri sorusuna tatmin edici bir cevap veremeyeceklerdir. Böylelikle günümüzdeki haksız uygulamalar yıllar boyunca toplumun DNA'sina işlenmiş olacak. Ve birlikte barışçıl bir şekilde yaşama hayali, en azından önümüzdeki yıllarda tahsil edilemeyecek. Maalesef.